27 Mayıs 1960'da askerin darbeyle yönetime el koymasından bir yıl sonra eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Bu tam bir millet iradesine yapılan ihanetti. Açık ve net bir cinayetiydi yani... Sebep olanlar, Türk milletinin vicdanında asıl idama hak kazananlar olarak tarihe geçti.
Bu bulanık ortamda kirli eller bir bir cinayetlerine devam ettiler. Bunun ilk adımı Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi ülkü eri Süleyman Özmen’in katledilişi olmuştur.
“Öz menem! Öz menem!
Onlar kabuk… Öz menem.
Sen yelde sorulan kül
Yüreklerde köz menem
Ülkü uğruna şehit
Men Süleyman Özmen’em” N. Yıldırım Gençosmanoğlu
1970 yılında Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan ile birlikte üç genç, (bilerek ya da bilmeyerek Rus ve Çin ideolojik desteğiyle) Ankara'da Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu (THKO) kurdu. Soygun sonrası saklandığı günlerde babasına cevaben yazdığı bir mektubunda aslında her vatanseverin ilke olarak kabul edeceği ifadeler de kullanmıştır. Bu mektupta şöyle demiştir:
“Baba,
Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız. Elbette ki hapse atılacağız, kurşunlanacağız da… Tıpkı birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi… Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları…
Düşün baba, bugün hükümet işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda… Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmış durumdadırlar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.”
Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere babasından iyi bir eğitim almış, Atatürk’ün devrimciliğini kendince farklı yorumlamıştır. Aslında hayalini kurduğu Sosyalist bir toplum düzenini hâkim kılmak istemiş, fakat yöntemlerini şiddet ve yasadışı işlerden yana geliştirmiştir. Kafasında kurguladığı dünyada amaca ulaşmak için hiçbir kuralı tanımamış; hiçbir maddi ve manevi değeri vazgeçilmez görmemiştir. O dönemin modasına uymuş da diyebiliriz. Çünkü Rus ve Çin, hem siyasal hem de askeri tırmanıştadır.
Ocak 1971'de THKO adına Ankara'da bir banka soygunu gerçekleştirildi. Bunun ardından hâlihazırda hakkında yakalama kararı olan Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan "vur emri" ile aranmaya başlandı ve başlarına bir de ödül konuldu. Bu ödül Deniz ve Yusuf için 15.000 lira olarak açıklandı.
Gezmiş ve Aslan, 12 Mart 1971'deki muhtıradan 4 gün sonra Sivas'ın Germerek ilçesinde yakalanırken, bundan bir hafta sonra da İnan, Kayseri'de yakalandı.
Gezmiş, Aslan ve İnan, THKO adında bir örgüt kurup “Banka Soygunu” yapmaktan Türk Ceza Kanunu'nun 146'ncı maddesi uyarınca suçlu bulundular ve idam cezasına çarptırıldılar. Oysa onlar kendilerini şöyle niteliyorlardı: “Biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş savaşçılarıyız.” Onlara göre söz bitmiş, eylem zamanı gelmişti. Kurtuluş savaşçıları… Kime karşı kurtuluş? Bu niteleme neye ve kime göreydi? İşte bu sorular Gezmiş ve arkadaşlarının kara tutusuydu. Sebep ne olursa olsun demokratik mücadele edilemez miydi? Bunca eziyet, bunca ölüm, bunca devlet malının heba edilişinin önüne geçilemez miydi?
İdam kararı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından da onaylandı. Milletvekillerinden Mustafa Kubilay İmer, meclis oturumunda "Bu üç komünist soysuzun idamları hakkındaki karara gelinceye kadar, daha önce çıkan ve sayısı hayli kabarık idam infazlarına ses çıkarmayan CHP ve onun genel başkanı, kamuoyu tarafından çok iyi bilenen sebeplerden adeta af havarisi kesilmiştir." dedi.
Adalet Partisi kökenli siyasetçilerden Nahit Menteşe, "Asker mutlaka idamlarını istiyordu. Deniz Gezmiş ve arkadaşları konusunda yanlış yaptık." dedi. 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de yıllar sonra, "O günün şartları öyle icap ettiriyordu." diye konuştu.
O dönem 25 yaşında olan Gezmiş ve Aslan ile 23 yaşındaki İnan, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Örgütü) adına devletin bankasını soymaktan suçlu bulunmuşlar ve 6 Mayıs 1972 tarihinde sabaha karşı idam edilmişlerdi. Zamanla bu banka soygunu olayı neredeyse unutulmuş yalnız fikir suçlusuymuş gibi gösterilmişti her üçü de. Oysa ortada THKO adında silahlanmış bir de yasadışı örgüt vardı. Tıpkı PKK gibi, tıpkı FETÖ gibi…
1977 yılında MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sebahattin Savaşman, oğlunu Amerika'ya eğitim amaçlı göndermiş, fakat giden oğlunun CIA casusu olduğu ortaya çıkmıştı. CIA adına İngiliz gizli servisine bilgi satarken yakalanmış ve casusluk yapmaktan 17 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
01 Şubat 1979 Abdi İpekçi, M. Ali Ağca tarafından -kimlerin telkiniyle bilinmez- öldürüldü. Ardından Türk milliyetçiliğinin usta kalemlerinden İlhan Egemen Darendelioğlu, 19 Kasım 1979’da çapraz ateşe tutularak şehit edildi.
Orgeneral Kenan Evren ve arkadaşları cumhurbaşkanına uyarı mektubu yazdı. Ne hikmetse Cumhurbaşkanı seçimlerinden bir sonuç alınamıyordu. Ne yazık ki 27 Mayıs 1980’de acı bir olaya tanık olduk. Büyük dava adamı ve başarılı bir bakan olan Gün Sazak, kaçakçılık yapan Devrimci Dev Sol örgüt üyelerince alçak bir pusuyla aracına binerken şehit edildi.
24 Haziran’da Gaziosmanpaşa MHP İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok, eşi ve kızıyla birlikte sol örgütlerce katledilmişti. Bu öldürülen kişiler tek tek incelenmeli. Aslına bakarsanız her biri özel seçilmişti. 23 Temmuz 1980 tarihli gazete haberine baktığımızda meselenin sağ ya da sol olmadığı anlaşılır.
12 Eylül kurbanı Mesleği Tarih
Bedrettin Cömert, Akademisyen, 11 Temmuz 1978
Abdi İpekçi, Gazeteci, yazar,1 Şubat 1979
Ceyhun Can Türkiye İşçi Partisi Adana eski il başkanı,10 Eylül 1979
Fikret Ünsal, Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili,12 Eylül 1979
Mürsel Karataş, Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı,19 Eylül 1979
Cevat Yurdakul Adana Emniyet Müdürü,28 Eylül 1979
İlhan Egemen Darendelioğlu, Adalet Partisi İstanbul milletvekili, 19 Kasım 1979
Ümit Doğançay, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı, 20 Kasım 1979
Kemal Fedai Coşkuner, Fedai Dergisi sahibi, yazarı, 3 Aralık 1979
Cavit Orhan Tütengil, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi, 7 Aralık 1979
Ümit Kaftancıoğlu, TRT İstanbul Radyosu prodüktörü, 11 Nisan 1980
Gün Sazak, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı, 27 Mayıs 1980
Ali Rıza Altınok, Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa ilçe başkanı , 24 Haziran 1980
Abdurrahman Köksaloğlu, Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili, 15 Temmuz 1980
Nihat Erim, Eski Başbakanlardan, 19 Temmuz 1980
Kemal Türkler, DİSK ve Maden-İş Sandikası Genel Başkanı, 22 Temmuz 1980
Kenan Evren’in emriyle Bayrak Harekâtı adıyla bir darbe girişimi organize edilmiş, nihayet Süleyman Demirel güvenoyu alınca bu girişimden dönülmüştü.
Bu cinayetler de milleti bölmede başarılı olmayınca Çorum başta olmak üzere yurdun her tarafında alttan alta alevî-sünnî çatışması kışkırtılıyordu. Muhsin reis, bu süreçte Sivas başta olmak üzere böyle bir kıyımın olmaması için Ülkü Ocaklarıyla birlikte hummalı bir çalışmaya girişmişti.
Türkmen kanı akıtmanın kime ya da kimlere yarayacağı belliydi. Ülke, büyük bir kargaşanın eşiğine gelmişti. Eski bir başbakan olan Nihat Erim öldürülerek kimsenin hayat garantisi olmadığı mesajı veriliyordu.
Bütün bu felaketler, adım adım geldi yurda. Her yönden planlı bir işgal hareketi olduğu açıktı. 1978’in Aralık ayından sonra ülkenin her biriminde buhran ve anarşi ortamı yaratıldı. Sıkıyönetimler ve faili meçhul (malum) cinayetler, kundaklamalar önü alınamaz bir çığ gibi büyüyordu. Bir dünya yaratılıyordu ve bu dünyanın adı çoktan konulmuştu. “Sağ ve Sol”…
Turan, yirmili yaşlarında olmasına rağmen ülke gerçeklerini görebiliyordu. Peki devlet büyükleri neden üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi ruhsuzdu? Bunca olan bitene rağmen askeri, polisi emri altında bulunduranlar hangi güce boyun eğmişlerdi? Bir türlü anlam veremiyordu.
Abdullah reisten işitmişti. Cemil Meriç, Sağ ve Sol kavramları için “üzerimize giydirilmiş birer deli gömleğidir.” diyormuş. Ne kadar da doğru bir tespitti.
Sıkıyönetim, faili meçhuller, banka soygunları, kundaklamalar, siyasilerin basiretsiz tavırları ve bir de ABD’nin değimiyle ‘Bizim Çocukların’ gayretleriyle Türkiye, uçurumun kenarına itilmişti. Fakülte yönetimleri sanki zevk alırcasına, bir yerlerden emir almışçasına bir bir kapılarını kapatıyorlardı öğrencilere. Ankara, her bakımdan sonbaharı yaşıyordu. Eylül rüzgârları gencecik fidanları, Mustafaları, bir yaprak misali önce Mamak zindanlarında çürümeye, sonra da adî hesaplarla idama götürüyordu.
Tam da bu günlerde cani İsrail, her geçen gün zulmünü genişletmiş ve dünyanın gözü önünde Filistin’i işgal etmişti. 6 Eylül’de Necmettin Erbakan öncülüğünde İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi üzerine haklı olarak bir protesto gösterisi düzenlenmiş ve bu miting “dini kalkışma girişimi” olarak değerlendirilmişti. Parti içinde Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın bu konudaki samimiyetini istismar edenler de yok değildi. Sayıları az olsa da partiye yuvalanan dinci casus kılıklıların işiydi bu…
7 Eylül, Türk yargısının en kara günlerinden biriydi. Bir sağdan bir soldan anlayışıyla ülkücü yiğit Mustafa Pehlivanoğlu, sabaha karşı Türkiye’nin dış düşmanlarının teşviki ve iç düşmanlarının bizzat takbiki sonucu sükûneti sağlama adı altında alçakça idam sehpasına çıkarıldı.
Cebeci istasyonunda her akşamüstü acı acı çığlık atıyordu kara trenler. Anadolu’nun bağrı yanık anaları yine ağlıyordu. Bu çığlıkla uykusundan uyanan kaç yiğit, vaktin akşam olduğunu anlıyordu. Anadolu’nun yoksul ama onurlu Türk gençleri, abdest alıp Kur’an okuyordu. Allah, Hz Muhammet ve Kur’an yolunda can veren yiğit ülküdaşları olan Mustafa’nın arkasından dua ediyorlardı.
12 Eylül 1980… Zalimin güldüğü, mazlumun kan kusturulduğu; hainlerin kendilerine lütfedilen koltuklara kurulduğu, vatanseverlerin idam sehpalarına çıkartıldığı ve zindanlarda çürütüldüğü gün.
12 Eylül 1980… Sağ ya da sol ne far eder! Canlara kıyıldığı, öyle ya da böyle farklı düşünmenin suç sayıldığı bir utanç günü… Kanlı darbe…
14 Eylül’de yurtta derin bir sessizlik ve hüzün yaşanmıştı. Sebebi ise Alparslan Türkeş’in Uzun ada’ya gönderilmesi(!) idi.
Yüreği vatan, millet için çarpan bütün Türk gençlerine selam olsun. Sağ ya da sol ne fark eder! Hepsi bu vatanın yiğit evlatlarıydı. Ortak çatımız Türk milleti, Türk yurdu ve Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığıydı. Hepsine ayrı ayrı yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun.