Altı yüzyıllık ulu çınar… Devlet-i Ali Osman yavaş yavaş yapraklarını döküyor. Buz kesen cephelerde Mehmetçik ölüyor ve bir güneş doğmayı bekliyordu.
Üç kıtaya şan veren Türk devleti; Asya’da, Avrupa’da ve Afrika’da yokluk, açlık içinde vuruşuyordu.
Fatihlerin ordusu bitkin düşmüş her cephede. Padişah büyük bir acz içinde, Mehmetçiği İstanbul’a çekiyor ve bir güneş doğmayı bekliyordu. Çember daralıyor, yürekler parça parça… Analar oğulsuz, oğullar babasız, ocaklar dumansız kalıyordu. Doğu’da Rus, Ermeni’yle kol kola işgal etmiş her yanı… Zulümler, tecavüzler ve ölümler bezdirmiş öz vatanı. Analar, ağıtlar yakıyor ve bir güneş doğmayı bekliyordu.
Batı’da akıl firar etmiş, İstanbul işgal edilerek padişahın şahsında Son Osmanlı Mebusan Meclisi onursuzca tesir altına alınmıştı. Pay-i tahttan fermanlar yayınlanmış Türk’ün son ümidinin katli vaciptir diye fetvalar yayınlanıyordu. Bunca kine sebep ne? Suç ne? “Geldikleri gibi gidecekler.” demek mi? Yoksa gösterdiği bunca emek mi? Kuzey’de Rum hortlağı, Bizans yetmesi Pontus devlet kuracakmış(!) Çepni Türkmen’i yurdu Trabzon’da çan sesleri duyulmaya başlamıştı. Kelkit’imde Rus, dilediğini alıp gidiyordu Kızıl Moskof’a... Tecavüzler Türk kadınının namusunu kirletiyor ve bir güneş doğmayı bekliyordu.
Düşen Türk’ün yurdu, çiğnenen Türk’ün namusuydu. Yurdumu kuşatmış boğuyorken düşman, bir ses yükseldi göklere Samsun kıyılarından “Kalk ayağa ey vatan!” diye… Dedem Mürsel Usta gizler olmuş Müslümanlığını. Güney’de muasır medeniyetin yamyam çocukları; İtalya, Fransa ve Müslüman yurtların kan emicisi İngiliz illeti Kuduz bir köpek gibi tutmuş paçasından Maraş’ın, Antep’in, Urfa’nın… Kuşatmış bütün vatanı, emiyor kene gibi… Başkentimin semalarında İngiliz bayrağı… Dedem Fatih Sultan Mehmet’in kemiklerini sızlatıyor. Sömürgeci devletler, gemilerini Marmara’ya yanaştırmış; namlularını Saraya çevirmişlerdi. İstanbul hükümeti, çaresiz seyrediyor ve bir güneş doğmayı bekliyordu.
Kiliseler, havralar silah depoluyor; azınlıklar, çocuklar gibi şen şakrak… İstanbul sokaklarında İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin çizmeleriyle kirletiliyordu. Düşen Türk’ün yurdu, çiğnenen Türk’ün namusuydu. Yurdumu kuşatmış boğuyorken düşman, bir ses yükseldi göklere Samsun kıyılarından:
“Kalk ayağa ey vatan!
Çiğnenen Türk yurdu,
Aşağılanan Türk milleti,
Artık birazcık utan.
Kaldır üstünden bu zilleti.
Yırtıp at İngiliz yalakası Şeyh’ül İslam’ın salyalı İDAM Fetvasını… ”
Mavi gözleriyle baktı toprağa, yüreğinden kan damladı Anadolu’ya… Her zerresiyle bir harita çizdi elindeki küçük yaprağa. İşte bu Türkiye’ydi. Misak-ı Milli idi. Kendinden bile gizledi bu fikrini… Bir askerdi, Türk askeri… Trablusgarp’ta, Balkan Savaşları’nda, 1. Dünya Savaşı’nda, Çanakkale Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda canla, başla mücadele etti. Cepheden cepheye dolaştı. Özel hayatı, zevki, eğlencesi yoktu. Yalnız memleketi düşünüyordu. Türk’ün bağımsızlığı ve modern bir Türk devleti düşlüyordu. Çevresinde kimse kalmamıştı. Fikrinde yalnızdı; ama asla ümitsizliğe kapılmadı. Binlerce vatanseveri ikna etmekten başka çaresi yoktu. Korku nedir bilmezdi yüreği. Ölüm korku salmazdı onun gönlüne. Şarapnel göğsüne geldi, kaderi (saati) kurtardı. Gözüne geldi kaderi kurtardı. Onun kaderi Türk milletini zilletten kurtarmakla örülmüştü. Başını alıp eline, nemli gözlerle düştü Samsun yoluna. Oradan Erzurum’a ve Sivas’a… Rütbelerini söküp atarken zerre kadar üzülmemişti. Sivas’a haber saldı:
“Toplansın Türk milleti.
Son bulsun işgalin bu alçak zilleti.”
Ankara’da yeniden suladı kurak toprağı, o nazik elleriyle bir kız çocuğu hamur yoğurdu. Altmışlık ninem çocuk doğurdu Sakarya için… On beşinde kızlar, ağıt yaktı ölen nişanlısına. Vatan şehit kanı ve gözyaşıyla sulanınca toprak kabardı kalktı. Ağaçlar tomurcuklandı yine Türk milleti kendine geldi Cumhuriyetle ve bir güneş doğmayı bekliyordu.
Bir işi bitirmeden ne susuzluğu ne yemeği düşünürdü. Onlarca eş alıp yan gelip yatabilecekken çileyi seçti. İstanbul sahillerinde elinde baston, dilinde pardon diye diye gezecekken o ülküsünün peşinden koştu yine… Sevmezdi inanmadan emretmeyi. Hatay’ı almaktı son umudu. Hasta yatağından kalkıp ayağa yol aldı Hatay’a… Dosta güven, düşmana korku saldı. İşgalci devletlerden vatanı çekti aldı. Ne servet bıraktı geride ne eş ne de evlat. Emaneti Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Gerçek İslam öğrenilsin diye Kuran’ın Türkçe mealini yaptırdı. Diyaneti kurdu. Hurafelerin son bulması için laiklik ilkesini getirdi. Din, kişisel çıkarlara alet edilmekten kurtuldu. Türk dili ve Türk tarihine büyük önem verdi.
Cumhuriyetti onun serveti, Gençlikti ona evlat… 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, ülkemin göklerinde, çığlık çığlığa uçuştu kuşlar. Ağaçlardan döküldü yapraklar. Tutuldu nefesler, dondu bakışlar. Ve gitti dediler ulu bir çınar. Emine Anam, Mürsel Dedem ağıtlar yaktı gidişine. Mustafa Kemal uçmağa vardı.
On kasım sabahı, ağladı bütün vatan. İnanmadı öldüğüne Hanım Anam. Anadolu, baştanbaşa karalar bağladı. Türk, bir kere daha başını öne eğdi, ağladı… Ağladı… Küçük bir kız çocuğu “Atam!” dedi. Bütün millet ağladı. Yeni bir devletti ülküsü
Adı: Cumhuriyet… Adı: Türk’tü… Atatürk…
Sarsılmaz bir inançla çalıştı gece gündüz. Yanında bir avuç vatansever… Dilinde: “Ya İstiklâl ya Ölüm!” Sen ölmedin Atatürk’üm. Sesin kulaklarımda çınlıyor. Sevgin yüreğimde. Sen ölmedin Atatürk’üm. İlkelerin aklımı süslüyor. Seni her düşündüğümde vatan, millet ve özgürlük gelir aklıma.
Ruhun şad olsun Atam!
Muzaffer ARSLAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kalemine yüreğine sağlık tebrik ediyorum bu kadar öz ve can alıcı böyle anlatılırdı büyük önder dilin sağlık hocam