Davul zurna önde Çitikebir köyünden gelen düğün alayı arkasında Çit Düzüne giden yolda ağır ağır ilerliyordu. En arkada giden babalık Kel Celal ile Akort Mevlit, gelinin yaptıklarına bir türlü akıl erdiremiyorlardı.
-Bu yaşıma geldim ilk defa böyle bir şeyle karşılaştım, dedi Kel Celal.
-Kim karşılaştı ki?
-Bu nasıl iştir Akort? Akıl alacak gibi değil. Ben birkaç düğünde babalık yaptım. Gelin evden çıkar ve damat tarafından gelen düğün alayına teslim edilir.
-Öyle ama bu kız çok tuhaf Kel.
-Kim bilir evden daha çıkmamıştır. Daha ne istekler ileri sürmüştür?
-Ali’nin başka işi yok muydu da geldi bu kızı buldu? Bizim köyün kızlarına ne oldu? Hepsi bildik tanıdık. Bunun huyu şimdiden belli oldu.
-Öyle. Kezban kadının bu gelinin elinden çekeceği var.
-De de onu de.
Sadece onlar değil, düğün alayı ile gelen herkes Gülşah’ı konuşuyordu. Gelen yengelerin bile onunla gelmesine izi vermemişti Gülşah. Konuşa konuşa Çit Düzüne çıktılar. Akşama daha çok zaman olmasına karşın hava gittikçe kararıyordu. Gökyüzünü kara kara bulutlar kaplamaya başladı gök gürültüsü ile birlikte. Çeşmenin başında oturdular. Yağmur çiselemeye başladı. Islanmamak için ormanın içerisine girdiler. Gök gürültüsü her gürledikçe daha gür çıkıyor, şimşekler çakıyordu.
-Hepimiz bir arada durmayalım. Ağaçların altına dağınık oturalım. Bu şimşekler, gök gürültüsü hayra alamet değil.
Düğün alayı Kel Celal’in dediğini yaptı, dağınık oturdular. Yağan yağmur şiddetini artırmaya başladı. Büyük bir gürültü il gök gürledi. Yıldırım sanki de yakınlarına düşmüştü. Korkudan birbirlerine sarılan oldu. Bazıları ise kelime-i şahadet getiriyordu.
-Allah’ım sen bizi koru.
Gök gürültüsünün ardı arkası kesilmiyordu. Kel Celal yanına düşeni eline aldı. Bu ceviz büyüklüğünde bir doluydu.
-Herkes başını korusun. Çok büyük dolu başlayacak.
Kel Celal’in eline aldığı ceviz büyüklüğündeki dolu gittikçe daha sık yağmaya başladı. Orman ağaçlarını adeta buduyordu. Yaklaşık on dakika süren ceviz büyüklüğündeki dolu orman ağaçlarını adeta budamıştı.
Kel Celal, Boziya Kıranına doğru baktı. Hiçbir şey görünmüyordu.
Xxx
Gülşah ile onu Çitlilere teslim edecek gençler Boziya Kıranındaki Tavuğun Taşına varmak üzereydiler ki, onlar da ceviz büyüklüğünde yağan doluya yakalandılar.
-Koşun, çabuk olun, Tavuğun taşına varıp saklanmalıyız, diye uyardı Çopurların Hüseyin.
Hızlandılar ama dolu yürümelerine engel oluyordu. Bir elleri başlarının üzerinde koşar adımla Tavuğun Taşına kadar geldiler. Gök durmadan gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Gidecekleri, kendilerini koruyacak bir taş oyuğu, küçük bir mağara da yoktu. Başlarını Tavuğun Taşına yaslayıp elleri ile de korumaya çalışıyorlardı. Öyle bir şimşek çaktı öyle bir gök gürledi ki sığındıkları Tavuğun Taşı ateş oldu. Gülşah ve on genç oldukları yere yıkıldılar. Ceviz büyüklüğündeki dolu yalım yalım yanmakta olanların üzerine yağıyordu. Cansız bedenleri hiçbir şey hissetmiyordu artık. Gök yine büyük bir gürültü ile gürledi, tavuğun taşına ikinci yıldırım düştü. Taş ortasından ikiye bölündü. Bölünen taşın içerisinden çıkan alevler göğe yükseldi. Yarılan taşın içerisinden çıkan kor halindeki kaya parçaları sağa sola yağmur gibi yağmaya başladı. Taş parçaları yağdıkça cansız bedenlerin sayısı da azalıyordu. Kısa bir süre sonra Gülşah ve diğerlerinin bedenleri kayboldu. Tavuğun Taşının sağında solunda metrelerce yükseklikte kayalıklar oluşmaya başladı. Bir süre sonra dolu arkasından da yağmur yağışı durdu. Gökyüzünü kaplayan kara kara bulutlar dağılmaya başladı. Hava aydınlanıyordu. Güneş de yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Güneş açıldıkça Boziya Kıranının üzerinde beş ayrı yerde gökyüzüne doğru metrelerce yükseklikte kayaların yükseldiği görülür. Gülşah ve onunla olanların cansız bedenleri sır olup kayboldu. Yeni ortaya çıkan kayalıklara vuran güneş onlarca metre yükseklikteki kayalarda parlıyordu.
Xxx
Yağışın durmasıyla babalık Kel Celal ile düğün alayı ormanın içerisinden çıkarak yeniden çeşmenin başında toplandılar. Islananlar güneş alan yere giderek kurulanıyordu.
Akort Mevlit, gördüklerine şaşırmıştı. Elleriyle gözlerini sildi. Bir kez daha dikkatlice baktı. Gözlerine inanamıyordu.
-Kel!
-Söyle?
-Baksana, benim gördüklerimi sen de görüyor musun, yoksa akşam içtiğim rakıdan dolayı yanlış mı görüyorum?
Babalık Kel Celal de Akort Mevlit’in baktığı yöne doğru baktı. Önce bir şeyin farkına varamadı. O da dikkatlice bakınca gökyüzüne doğru yükselen kayalıkları gördü.
-Yahu Akort Mevlit, bu kayalıklar burada yoktu,
-Evet yoktu.
-Biz oradan köye inmedik mi?
-He, oradan indik.
-Peki o zaman orada olmayan kayalıklar şimdi nasıl var? Yoksa bize yıldırım vurdu öldük de haberimiz mi yok? O dünyada mıyız? Bana bir tokat at.
-Ölmedik Kel Celal, ölmedik. Gördüklerimiz doğru. Bu kayalıklar yeni oluştu.
-E, bizim gelin Gülşah oradan gelmeyecek miydi?
-Evet.
-Hani görünürlerde kimseler yok. Yoksa hala evden çıkmadı mı?
-Vallahi ben bir şey anlamadım.
Kel Celal, kayalıklara şaşkınlıkla bakan düğün alayındakilere dönerek:
-Komşular, inanamayacağımız şeyler oluyor. Önce ceviz büyüklüğünde dolu. Bugüne kadar duymadığımız gök gürültüsü, sonra da şu kayalıklar. Diğerleri ne ise de kayalıkları anlamak mümkün değil. Benimle üç beş kişi gelsin, geline bir bakalım. Hala gelmedi.
Kel Celal, Akort Mevlit ve beş kişi ile birlikte Çit Düzünü geçerek Boziya Kıranına doğru gitmeye başladılar. Her adım attıkça yüzlerine vuran sıcaklık artıyordu. Kayalıklara yaklaştıkça yüzlerine vuran sıcaklığa dayanamaz oldular. Tavuğun Taşının yanında oluşan kayalıklardan vuran sıcaklık onların geri dönmesine neden oldu. Çevreye göz gezdirerek geri döndüler. Düğün alayının yanına gelence herkes meraklı gözlerle onlara baktı.
-Yeni ortaya çıkan kayalıklardan bedenimize vuran sıcaklıktan ilerleyemedik, geri dönmek zorunda kaldık, dedi Kel Celal.
Kambur Alinin oğlu Abdullah:
-Gelin nerede?
-Kimseleri görmedik.
-Yoksa hala evinden çıkmadı mı?
-Bilmiyoruz.
-İki üç kişi gidelim de bakalım, evden çıkmadı mı, dedi Salihin Mehmet.
-İyi olur. Benimle iki arkadaş gelsin, gidip bakalım.
-Tamam Celal. Gidelim.
Yağan yağmur ve dolu patika yolu çamur haline getirse de Kel Celal, Kambur Ali’nin oğlu Abdullah ve Salihin Mehmet acele ediyor, çamura bakmıyorlardı. Üstleri başları çamur içerisinde gelin evine geldiler. Muhtar İsmail ile Feride kadın kapıda oturuyorlardı. Gelenleri gören Feride Kadın,
-Muhtar bir şey oldu, bunlar niye geliyorlar?
-Bilmem, gelsinler öğreniriz.
Kel Celal, yanındakilerle birlikte muhtar ve Feride kadının yanına geldiler. Her tarafları çamur içerisindeydi.
-Muhtar, gelinimiz neden çıkmıyor evden?
-Anlamadım, ne demek neden çıkmıyor evden de ne oluyor?
-Onu bekliyoruz.
-Gelin ve köylüler sizin arkanızdan çıktılar.
-Allah Allah, nerede peki bunlar?
-Ne demek neredeler?
-Meydanda yoklar, onları bekledik, gelmediler. Gelecekleri yola baktık, kıranda oluşan kayalıkların sıcaklığından Tavuğun Taşına yaklaşamadık.
-Ne sıcaklığı ne kayalığı Celal?
-Öyle muhtar. Önce ceviz büyüklüğünde dolu yağdı. Ormana kendimizi zor attık. Ardından gök gürültüsü. Kıyamet kopuyor sandık. Ortalık durulunca gelinimizi beklemeye başladık ama gelen olmadı. Tavuğun Taşına bakmaya gittik ama ayrı ayrı oluşan beş tane kayalıklardan yüzümüze ve bedenimize vuran yakıcı sıcaklıktan yaklaşamadık. Evden çıkmamıştır diye buraya geldik.
-Dedim ya sizin arkanızdan kısa bir süre sonra çıktılar.
Feride kadının dizleri titremeye başladı. Göğsünde oluşan dayanılmaz ağrı ile yere yıkıldı. Bedeni şimdi cansızdı. Elif ile Sümbül, analarının yanına gelip “ana ana” diye seslendilerse de Feride kadın artık cevap veremiyordu. Analarının başında ağlamaya başladılar. Onların ağlamalarını duyan köylüler işi gücü bırakıp onların yanına geliyordu.
Muhtar İsmail, Feride kadınla ilgilenecek durumda değildi. Gülşah ile gidenlerin içerisinde kendi oğlu da vardı.
-Hemen aramaya çıkalım.
-Tamam, biz hemen bizimkilerin yanına dönelim, onları da alıp her yeri arayalım.
Köylü kadınlar, Elif ile Sümbül’ü kenara alıp, Feride kadının cansız bedenini eve taşıyarak mabeyindeki peykenin üzerine uzattılar, üstünü örtüyle örttüler. Elif ve Sümbül’ün ağlamaları yürekleri parçalıyordu.
(Devamı var)