Çoban Ali’nin, Hüsnü, Celal ve Hilmi’yi tek başına dövdüğü kısa sürede köyde yayıldı. Herkes onun gücünü konuşuyordu. Üç kişiye karşı bir kişi. Bu ne güç ne kuvvet? Yakışıklılığının yanı sıra güçlü de olması köyün bekar kızlarının ona olan sevgisi daha da artıyordu.
Çoban Ali, konuşulanlara aldırış etmiyor, o köyün sürüsünü en iyi şekilde otlatıp, herhangi bir zayiat vermeden teslim etmenin gayreti içerisindeydi. Her sabah evlerden aldığı sürüyü yine kapıya kadar teslim ediyordu. Bugüne kadar herhangi bir zayiat vermemesi köylüleri de memnun ediyordu.
Onun bu halinden memnun olmayan Kamil, Celal, Hüsnü ve Hilmi’ydi. Onlar Ali’yi nasıl tuzağa düşüreceklerini sürekli kafalarında kuruyor, ancak her seferinde de kurdukları tuzak boşa çıkıyordu. Artık ormanlık alana sürüyü götürmenin zamanı gelmişti. Yine her zamanki gibi evlerden koyunları alarak Aras yoluna vurdu. Mehmetalilerin çeşmesini geçti. Buraları otlatmıştı. Otlatacağı alan Meryemana Kilisesinin bulunduğu alan ile Boziya arasıydı. Sürüyü, Meryemana Köprüsüne sürdü. Koyunların başındaki zillerin sesi Çit Deresinin sesine karışıyordu. Alaca kendi yanında Karaca ise sürünün önünde gidiyordu. Karaca nereye giderse sürü de onu takip ediyordu. O durunca sürü duruyor, o yürüyünce sürü de yürüyordu.
Öğlene kadar Bilbilin bayırında sürüyü otlattıktan sonra definecilerin hışmına uğrayan bin yıllık Meryemana kilisesinin bulunduğu alana geldi. Çoban Ali, kavalını çıkardı, koyun sulama havasını çalınca, Meryemana Deresinden akan suya doğru koyunlar akın etti. O sürüyü Karaca’ya emanet etmişti. Biraz bekledikten sonra kavalını yeniden çalarak koyunların kendisine doğru gelmesini sağladı.
Sürüyü, çevresi surla çevrili ancak surları da harabeye dönmüş Meryemana Kilisesine sürdü. Temiz bir taşın üzerine oturdu ve çaldığı kaval ile koyunların oturmasını sağladı. Alaca ve Karaca’yı sürünün başında bırakarak surlar içerisinde yapılı bulunan kilisenin içine girdi. Kilisenin her tarafı delik deşikti. Yıkılmadık, sökülmedik taşı kalmamıştı. Bin yıllık kilise adeta yok olmuştu.
-Yazık ettiler, dedi kendi kendine.
Sürü, dinlenmeye çekildi. Oturdukları yerde geviş getirmeye başladılar. Altı-yedi aylık bir buzağı büyüklüğünde olan ve adına Çoban Ali tarafından Akkoç dediği kendilerine ait koç ise ayakta geviş getiriyordu.
-Sürü dinlenirken biz de yemeğimizi yiyelim. Önce, anası Kezban kadının Alaca ve Karaca için verdiği çantayı açtı. Her ikisine de eşit şekilde paylaştırdı. Gülizar kızın verdiği kendi azık çantasını açtı. Bir tasın içerisinde yapılmış ve bıçakla kesilerek üst üste konulan peynirli böreği görünce iştahı daha da açıldı. Bir torbanın içerisinde ise süzme yoğurt vardı. Börek dilimlerini süzme yoğurda bandırarak yemeğe başladı. Börek de yoğurt da çok hoşuna gitmişti. Yemeğini iştahla yedi. Kalan börek ile süzme yoğurdu yeniden azık çantasına yerleştirdi. Boynundaki kavalı kılıfından çıkararak oturma havası çalmaya başladı. Kavalın sesi, kilisenin sağlam kalmış duvarlarında yankılanıyordu.
Karaca ve Alaca, aceleyle ayağa kalktılar. Kiliseye doğru gelen yolda dört kişi gittikçe kendilerine yaklaşıyordu. Alaca ve Karaca dişlerini göstererek hırlamaya başladılar. Dikkatli bakınca gelenlerin Kamil, Celal, Hüsnü ve Hilmi olduğunu gördü.
-Akkoç, yanıma gel!
Sesi alan Akkoç, Çoban Ali’nin yanına geldi. Gelenler, sur kapısından içeri girdiler. Alaca ve Karaca’nın hırlamaları daha da artıyordu.
-Durun, dedi Çoban Ali.
Hiç yerinden kıpırdamadan gelenleri gözleri ile takip ediyor, en ufak bir hareketleri karşısında önlem alacaktı.
-Bunların niyeti iyi değil Akkoç.
-Biz geldik, dedi Kamil.
-Hoş geldiniz, buyurun.
-Geçen günü bizim uşakları fena etmişsin.
-Onlar istedi.
-Onlar istedi veya istemedi, şimdi söyle bakalım dört kişi karşısında ne yapacaksın?
-Bak Kamil, sen akıllı bir arkadaşsın, bunlara uyma.
-Bunlar benim çocukluktan beri arkadaşım.
-Öyleyse al da git.
-Gideceğiz, gideceğiz ama küçük bir hesabımız var seninle onu gördükten sonra gideceğiz. Ne dersin Celal?
-Öyle Kamil abi.
-Ne duruyorsunuz öyleyse?
-Anlaşıldı, sizin canınız dayak istiyor.
-Sen mi döveceksin bizi?
Kamil geride kaldı. Celal, Hilmi ve Hüsnü bir adım atmışlardı ki:
-Akkoç atıl!
Akkoç, arka ayakları üzerinde diklendi. Kırk santimi bulan boynuzları ile bir aslana dönüşmüştü. Celal’e kafasıyla öyle bir vurdu ki, Celal beş metre geriye düştü. Üzerine atıldı. Boynuzlarını pantolonuna geçirdi. Havaya kaldırıp savurdu. Diğerleri olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
-Karaca atıl!
-Alaca atıl!
Öyle saldırdılar ki, Hüsnü ce Hilmi neye uğradıklarını anlayamadılar. Kolları ve bacakları kan içerisinde kalmıştı. Gömlek ve pantolonlarında adeta sağlam ver kalmamıştı.
-Kamil abi kurtar bizi, diye yalvarıyorlardı.
-Eee Kamil kardeş kaldın yalnız. Ne dersin onlar gibi olmak ister misin?
-Ne yani şimdi seni döverim mi demek istiyorsun?
-Hah şu bileydin.
-Sen benim kim olduğumu hala anlayamadın.
-Şimdi anlarız, diyerek ayağa kalktı. Kamil, olanca gücüyle yumruk salladı ama Çoban Ali bu yumruğu savuşturdu. Bu kez o öyle bir yumruk attı ki, Kamil yere kan tükürdü. Bir yumruk daha. Ayakta duramadı, yere yığıldı. İki yakasından tutup ayağa kaldırır kaldırmaz güçlü bir kafa attı. Kamil, burnundan ve ağzından akan kanları elinin tersiyle siliyordu. İki dişi kırılmıştı.
-Şimdi kalk bu itleri de al ve kaybolun.
-Sen bittin Çoban Ali. Sana yapacağımın yarısı bile aklımda yok.
-Bildiğinizden geri kalmayın. Akkoç, Karaca, Alaca, bırakın.
Dördü de zorla ayağa kalktılar. Her tarafları yara bere içerisindeydiler. Celal, Hilmi ve Hüsnü topallaya topallaya Kamil’i takip ediyorlardı. Meryemana Kilisesi yolundan Sabrinin kıranına aşağı dönünce gözden kayboldular. Çoban Ali uzun bir süre arkalarından baktı.
-Bunlar rahat durmayacak. Bana mutlaka bir tuzak kuracaklar. Alaca ve Karaca’ya çok iyi sahip olmam lazım, dedi kendi kendine.
Sürünün öğle dinlenmesini yeterli buldu, kavalını ağzına götürerek yaylım havası çaldı. Sürü ayağa kalktı. Kilisenin hisar kapısına yöneldi. Yavaş yavaş yaylım alanına doğru yürüdüler. Sonarlar’a sürüyü çevirdi. Seyrek çam ağaçlarının altındaki otlar daha yemyeşildi. Sürünün yaylımı için verimli alandı.
Xxx
Akşam olmuştu. Kamil, Celal, Hilmi ve Hüsnü köye nasıl gireceklerinin hesabını yapıyorlardı. Köyün Aras girişinde iğde ağacının altında kimse görmesin diye adeta gizlenmişlerdi. Kamil hariç diğerlerinin giysileri paramparça olmuştu. Alaca ve Karaca’nın diş izleri baldırlarında derin yaralar açmıştı.
-Bir kişiye karşı dört kişi, adam bizi perişan etti.
-Ne bir kişisi, adamda öyle koç öyle köpekler var ki sanki birer canavar.
-Biz bunu yanına bırakacak mıyız?
-Ne yapacağız, söyler misin?
-Gücümüz ona yetmiyorsa, başka bir şey kullanmalıyız.
-Yani?
-Silah.
-Akıllı ol, bir de adam mı öldüreceğiz. Çoban Ali bize gerekli dersi verdi. Biz de aldık. Bundan sonra yapacak bir şey yok.
-Yapma Kamil abi yanına mı bırakacağız?
-Evet.
-Olmaz.
-Siz bilirsiniz, yaptığımız baştan yanlıştı. Çobanın hiçbir suçu yokken onu dövmeye kalkıştık. Dayağı o değil biz yedik. Ben, haksız olduğumuzu düşünerek bu işte yokum, sizler de beni dinlerseniz, yediğimiz dayağı, aldığımız yaraları sineye çekeceğiz.
-Nasıl olur Kamil abi, sen böyle değildin, dedi Celal.
-Bak Celal bu işi başlatan sensin, Hüsnü ile Hilmi’yi de sen kışkırttın. Yok yere bulaştınız çobana.
Akşam karanlığı kitlemişti. Oturdukları iğde ağacının altından kalktılar. Hala yedikleri dayağın ağrıları sürüyordu. Köyün çeşmesinden aşağı giderlerken Ömer ile karşılaştılar. Üstleri başları yırtık olduğunu gören Ömer:
-Ula ne oldu size ayıya mı rastladınız?
-Hiç sorma Ömer abi, değirmenin bahçesinden iki ayı çıktı, üzerimize saldırdı, zor kurtulduk.
-Bir şeyiniz yok ya?
-Yok yok.
Köyün fiskoscusuna fena yakalandılar. Sabaha kalmaz, bütün köyün haberi olurdu.
-Ayıya rastlamışlar. Sizi gidi yalancılar sizi. İki ayıya rastladılar da kurtuldular he? Ben de inandım. Gene bunlar Çoban Ali’den ikinci derslerini aldılar. Sana helal olsun ula Çoban Ali. Fırsat verme bu köyün avara kasnaklarına.
Çeşmenin suyunu, bostanına bağladı. Hark içerisindeki taşları kazma ile temizledi. Yağışın az olması nedeniyle çeşmenin suyu çok azalmıştı. Suyu bulandırdıkça çoğaldı. Bostanına girdi. Beş evleklik lahanalarını elleriyle tırmalayarak suladı. Son evleğe gelince, yeniden evleklere suyu bağlayarak ikiledi. Su sırasını bekleyen yoktu. Oldu olacak bir kez daha lahana evleklerine suyu bağlayarak doya doya suladı. “Bu sulama üç beş gün gider” dedi kendi kendine.
-Su böcüğü. Yetmedi mi sulamam. Çık bostandan da biz de kapının önüne iki evlek domates ve salatalık diktik, onları sulayayım, dedi Bayram.
-Bitti Bayram, kesebilirsin suyu. Ha Bayram, bir şey diyeyim mi?
-Söyle.
-Az önce kimleri gördüm biliyor musun?
-Ne bileyim, kimleri gördün?
-Kamil, Celal, Hüsnü ve Hilmi’yi.
-Eee?
-Elbiseleri paramparça idi.
-Ne oldu ki?
-Değirmende iki tane ayının saldırısına uğradık dediler ama ben inanmadım.
-Ne oldu ki peki?
-Onu da öğrenirim. Hadi kes suyu ben bostandan çıkıyorum.
(Devamı var)