Mehmet Çavuş ve karısı Hayriye, otelde öyle uyumuşlardı ki, uyumadıkları gecelerin uykusunu da uyumuş gibiydiler. Alınan yeni urbalarını giydiler. Çıkardıkları eski urbaları ise keçi kılından dokunmuş çantaya yerleştirdiler. Aşağıya indiklerinde iki asker, iki at ve bir yükü yüklenmiş eşek onları bekliyordu. Kahveci Hacı hemen yanlarına geldi.
-Gelin Mehmet Çavuş, sizlere kahvaltı hazırladım.
-Niye zahmet ettin Hacı, yola çıksaydık iyi olurdu. Bu askerler bizim için mi bekliyor?
-Evet, sizi köye kadar götürüp dönecekler.
-Eşek de mi?
-Evet, fırıncı Şakir usta aldı. Her ihtiyacınızı karşılayacak ne varsa alındı.
-Bu kadarı fazla ama Hacı.
-Fazla değil Mehmet Çavuş. Paşamızın talimatı var, şehit aileleri tespit edilip her türlü ihtiyaçları giderilsin demiş.
-Allah razı olsun.
İştahla kahvaltılarını yaptılar. Tam kalkacaktılar ki, Fırıncı Şakir yanlarına geldi.
-Hacı bir çay da bana ver.
Mehmet Çavuş’un yanına oturdu. Gelen çaydan yudum aldı.
-Mehmet Çavuş, kapıdaki eşek senin.
-Nasıl benim?
-Ben aldım. Senin bana çok iyiliğin var. Bana haftada bir eşek yükü odun getir, parasını al.
-Eşeğin parası?
-Orasını karıştırma.
-Kaç lira demek istedim.
-Senden eşeğin parasını isteyen yok. Eşek senin. Sen her hafta bana bir eşek yükü odun getireceksin, odunun parasını alıp ihtiyaçlarını gidereceksin.
-Kabul edemem Şakir usta.
-İşte bu olmaz. Kabul etsen de eşek senin kabul etmesen de. O deli Esma dedikleri kızınla benim fırında gece sabahlara kadar az nöbet tutmadın. Pabuç kaptırmadınız Ermeni soysuzlarına. Sizin korkunuzdan fırınıma yaklaşamıyorlardı.
-Hemen odun getiremem. Evimin durumu nedir ne değildir bilmiyorum. Köye bir gidelim, yerleşelim ondan sonra odunlarını getiririm.
-Acelesi yok Mehmet Çavuş, ne zaman getirirsen.
Kalktılar. Dışarı çıktılar. Kasabada olanlar, kahvehanenin önüne toplanmışlardı. Herkes, “Hoş geldin Mehmet Çavuş” diyordu. O da herkesi başı ile selamlıyordu. Adı Tufan olan askerin biri atı Hayriye kadının yanına getirdi. Bindirmek istedi.
-Evladım, dedi Mehmet Çavuş, kasabayı çıktıktan sonra binelim.
-Nasıl isterseniz komutanım.
Toplanan kalabalığa el sallayıp kasabanın tozlu ve topraklı yolundan çıkıp çarşı başında ata bindiler. Hayriye hatun çok özlediği kızı Esma ile evine bir an önce kavuşmak istiyordu. Yaşına rağmen çok heyecanlıydı.
-Mehmet Çavuş, biraz hızlı gidelim.
-Aceleye gerek yok hatun, çok özlediğimiz bu toprakları içimize sindire sindire gidelim.
-Sen bilirsin, dedi.
Eşeği öne aldılar. Mehmet Çavuş’un bindiği atın dizginleri Kadir adındaki askerin elindeydi.
-Yavrum dizginleri bana versen.
-Veremem komutanım, bize emir var, köye kadar dizginler bizim elimizde olacak.
-Adın ne senin?
-Kadir.
-Nerelisin?
-Vanlıyım.
-Tezkereye çok var mı?
-Var komutanım.
Mehmet Çavuş, başını arkaya çevirip Hayriye hatunun bindiği atın dizginlerini tutan ere:
-Sen nerelisin?
-Karslıyım.
-Senin de çok var mı tezkerene.
-Var komutanım.
Her iki askerin de ona “komutanım” demeleri hoşuna gidiyordu. Askerlik günleri aklına geliyordu. Cepheden cepheye gidiyordu. Kırk sekiz ay askerlik yapmıştı. Ne fidanları kendi elleriyle toprağa vermişti. Şimdi ise gözünden sakındığı iki yavrusu vatan uğruna şehit olmuşlardı. Mezarlıklarının bile nerede olduğunu bilmiyordu.
Ermeniler Çit Deresi boyunca bahçelerde meyve ağacı bırakmamışlar hepsini kesmişlerdi. Hayriye kadın bahçelerinin bu durumunu gördükçe gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Acaba eli ile tırnağı ile kazıyıp diktikleri meyveleri de kesmiş midir bu soysuzlar, diye merak ediyordu.
-Komutanım, izniniz olursa bir şey sorabilir miyim?
-Sor evladım.
-Kızınız Esma abla neden sizinle gitmedi de köyde kalıp dağlara çıktı, Ermenilerin, eşkıyaların peşine düştü?
-Sorma evlat sorma. O deli kızın yüzünü gören var mıydı? Bir bakarsın burada, bir bakarsın karşı dağın tepesinde.
-Çok güçlü kuvvetli diyorlarmış.
-Doğru söylüyorlar. Her babayiğit onunla baş edemez.
-Attığı vururmuş.
-Vurur. Uçan kuşu havada vurur evlat.
-Haydi gidelim diye haber yolladınız mı ona?
-Hem de kaç kez. Ermeniler, köyleri basıyor, insanları katlediyor. Genç kızları dağa kaldırıyorlardı. Yakıp yıkıyorlardı. Elimizde avucumuzda ne varsa alıyorlardı. Bu zulme dayanamayıp yollara düştük.
-Esma abla gelmedi sizinle.
-Gelmedi. Son bir kez haber yolladı. Ben bu Ermeni soysuzlarının kökünü kazıyıncaya kadar dağdan inmeyeceğim diye. Siz gidin dedi bize.
-Peki yalnız başına mı?
-İlk günlerde yalnızdı. Daha sonra Ermenilerden kaçan genç kızlar hep ona sığındı. Birlik oldular.
-Eli öpülesiymiş.
Çitikebir köyüne giden rampa yola saptılar. Halilli ve Orta mahallelerin cenazelerinin konulduğu kabristana gelince
-Evlat, dur burada bir Fatiha okuyalım.
“Amin” dedikten sonra kabristana dikkatlice baktı.
-Hatun gördün mü, biz giderken bu kabristanın yarısı boştu. Baksana yeni mezarlıklarla nerede ise dolmak üzere. Çok komşumuz ölmüş.
-Ruslar ve Ermeniler katletmiştir.
-Öyle görünüyor.
Rampa yukarı yürüdüler. Orta Mahalle çeşmesine gelince yine durdular. Tırnakları ile yaptıkları bahçeye baktılar. Bütün meyve ağaçları kesilmişti. Bahçe kurumuş meyve ağaçları ile doluydu. Mehmet Çavuş’un gözlerinden yumruk gibi yaşlar süzüldü. Öne eğildi. Uzun uzun bahçeye baktı. Neden sonra:
-Gidelim evlat, gidelim, dayanamayacağım. İnsanlarımızı katlettikleri yetmiyormuş gibi bağımızı bahçemizi de katletti şerefsizler.
-Üzülme Mehmet Çavuş, yenisini dikeriz, dedi güçlükle karısı Hayriye hatun onun da gözleri dolarak.
-Dikeriz hanım dikeriz ama büyüdüklerini görmeye ömrümüz yeter mi onu da Allah bilir.
(Devamı var)