Ben dağ başlarında yalnız yürümeyi severim. Şehri uzaktan seyretmeyi, insanların hırslarından uzak onlara kulak vermeyi severim. Dilimde ıslık, gönlümde bir türkü... Rengârenk çiçekler arasında ağır ağır yürümeyi, Göğün mavisini, suyun sesini, börtü böceğin kendi dünyasında koşuşturmasını, kuşların cıvıl cıvıl neşesini severim.
Bir kelebeğin desen desen kanadını, rüzgârda kadın saçı gibi savrulan söğüt dallarını, bir güvercinin ürkek ürkek kanat çırpışını, yarı sevinç yarı hüzün sarmalı bakışlarıyla aç ve yorgun bir anne köpeğin bir lokma ekmek bekleyen bakışlarını severim. Onun karnını doyururken duyduğum hazzı tekrar tekrar yaşamayı severim.
"Anlatılmaz yaşanır derler ya! Yaşadığım şeyleri anlatmayacaksam yaşadıklarımın ne kıymeti olur ki? Yol gibi, yolculuk gibi yolda bitmeli benim hikâyem… Herkes bir yolda yürür, herkes kendi takılmasına bakmalı…" Benim yolum da bu... Dik, tehlikeli, yalnız ve ıssız… Ama bir o kadar da memnun.
“Olduğu gibi, geldiği gibi yazar ve yaşarım. İç, içten, içsel…” der bir edip… Tıpkı öyle işte! İç, içsel ve içten… Karanlık içinde göz kararı ışığı severim. Bütün evren karanlığa boğulmuşken içimdeki ışıkları yakar dalarım ummanlarca engin hayallerime. Orada mutlu olurum. Orada taht kurarım saltanatıma. Orada çığlık çığlığa haykırırım. Kimse dokunamaz omuzlarıma, kendimce yaşarım. Biraz ürkerim bu yalnızlıktan. Ne var ki çok sürmez bu ürpertim. Kendi kendime gülerim. Bir Kur’an alırım elime Nur Dağının Hira mağarasına gitmiş gibi olurum. Allah’tan bir müjde olur her ayet. İçim ferahlar o zaman. Sonra kütüphanemdeki her bir kitap, dile gelir adeta. Kıtalar dolaşırım bu yolla. Suç ve Ceza’yı, Genç Verter’in Istırapları’nı, lise yıllarımdaki gibi heyecanla yeniden okurum. Konuşur, dertleşirim şair ve yazarlarla… Orhan Veli ile gülüşürüm, Fuzuli ile kendimden geçerim, Arif Nihat Asya ile coşarım, elime ilk göz ağrım Yollarda Yoktun şiir kitabım geçer ve ilk günkü gibi duygulanırım. Hüseyin Nihal Atsız’ın Topal Asker şiiriyle alafranga züppe tiplere öfkelenirim. Sonra Bizim Yunus Emre’yi okur sakin bir limanda dinlenirim.
Ilık bir rüzgâr tarar saçlarımı, uzaktan bir köpek ulur hüzünlü… Şehrin ışıkları göz kırpar yalnızlığıma. Bir yıldız kayar Oğulbey’e doğru… Bilirim ki Mehmet Halis Bozkurt Ağabeyimin ruhu gezinir buralarda. O davudi sesiyle: “Muzafferim! Değerli Kardeşim!.. Seni her görüşümde kendimi bulurum karşımda. Sen Gölbaşı için bir hazinesin. Ama değerini bilen için…”
Yüzümde acıklı bir gülümseme beliriyor. Hak etmediğim bu sözler karşısında bir kere daha kendimden utanırım. Bir çift göz parlıyor birkaç metre öteden. Anlıyorum ki vefalı dostum Pofuduk (Anne köpek) geliyor yine.
Bir kahve yapıyorum kendime. Anlıyorum ki bu gece uzun olacak yine… Hayalden hayale koşacağım kendimce… Telefondan bir türkü açıyorum. Hayati Vasfi Taşyürek’ten içli bir şiir dile geliyor. Dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum.
“Hasretin rengine siyah mı desem
Ağarmak bilmiyor sonsuz geceler
Yâr yerine düş görürüm yatakta
Herkes uyur ben yürürüm yatakta
El dinlenir bun çürürdüm yatakta
Gel Hayati ağlama hele
Kutsaldır aşk için çekilen çile
Beklerim yolunu mahşerde bile
Ömrümden uzansa sonsuz geceler” yine dinliyorum.
Ben şiirle, türküyle dünyayı aydınlatmayı severim. Gökyüzünü seyretmeyi, bir kuytu köşeye ağ ören örümceği, hırçın dalgaları yara yara ilerleyen demir yığını ürpertici bir şilebin mücadelesini, yürümekten sızlayan ayaklarıma masaj yapan hayali sevgiliyi, nasır bağlamış parmaklarıyla tarla çapalayan annemin söylediği türküleri, Anadolu insanının iradesini, yağmur yüklü kara bulutları, yalnız kalmayı, küçük kütüphanemden seçtiğim kitapları okumayı severim.
Doğanın büyüleyici musikisini arkama alıp kendi kendime şiirler okumayı severim.
Kalabalıklar arasında yalnız, yapayalnız ve mutlu olmayı severim.
Muzaffer ARSLAN
Yüreğine diline yüreğine sağlık hocam.