Kendini ‘köyün delisi’ diye nitelendiren bir arkadaşım var. Geçen haftaki yazımı okur okumaz tebrik mesajı gönderdi, oradan buradan konuşurken söz şiire geldi. (Kendisi bilinenin aksine, mühendis olmasına rağmen edebiyattan, şiirden iyi anlar.) “Biz neden şair yetiştiremiyoruz?” Senden bu konuda bir yazı bekliyorum” dedi. Hemen yeni bir word dosyası açtım. Yeni yazımın başlığı hazırdı.
Bizde şairane ruh genetik. Abimin defterler dolusu, kaçamak okuduğum şiirleri (Çoğu, aylar süren gurbetten sonra, memlekete adım attığı gün çıktığı yaylada yazılmıştır.) Beni hep şiir yazmaya teşvik etmiştir küçüklüğümden beri. (Bu sayede yazdığım şiirlerden biriyle kazandığım ödülü, Yusuf Hayaloğlu’ndan teslim almaya birlikte gidecektik abimle, yıllar sonra.) Ben de, bizim yaylanın havasında bulduğum ilhamı ne doğup büyüdüğüm ve her daim özlediğim şehr-i İstanbul’da, ne de yıllarca severek yaşadığım İzmir’de bulabilmişimdir. Şuan bu yazıyı bahçemizdeki dut ağacının altında yazıyorum. Sanırım içimizdeki şairane ruhu, memleket havasıyla diri tuttuk biz diye düşünüyorum ve dolayısıyla şair yetiştirmeye daha müsait, daha dağlarında türküler söylenesi bir memleket olabilir mi ki diye soruyorum kendi kendime. Sonra kafamda bir isim beliriyor: ‘Hışır Osman’. Evet, “Neyinden korkayım kışın, yazın yağar kar başıma.’ Diyen Hışır Mahlaslı Osman Nebioğlu. Bir de bizim köylü İsmail amca var. İsmail Kaya. Şiirleri sağlamdır epey. (En az bizim yaylanın havası kadar!) Ama o kadar. Benim iyi bildiklerim, şuanda aklıma gelenler yalnızca bu ikisi. İllaki bilmediklerim, hatırlamadıklarım da vardır beş tane on beş tane. Sizce yeterli mi bilmem ama bence hiç değil.
Hep dağı taşı altın denilerek İstanbul’a yazılırken şiirler, dağı taşı altın olan Gümüşhane’nin şairlerinin bu denli az olmasını arkadaşım gibi ben de kabullenemiyorum. Biliyorum ki memleketimizde şairane ruha sahip çok fazla insan var ve şunu da biliyorum ki o insanların hepsinin söylemeyi ertelediği satırlarca cümleleri bulunuyor.
Diyeceksiniz ki, ‘Edebiyat karın doyurmuyor hanım kızım.’ Ben de size diyeceğim ki, insanın ruhu açken karnının doyması, yaşamasına yetmiyor. Edebiyat, en saf haliyle insandır. İnsanın özüdür. Şair özgürlüktür, barıştır, sevgidir. Karnımızı doyurmak için gittiğimiz lokantaya ‘sevenin yeri’ ismini verenin bir şair olması tesadüf değildir. Kim bilir, belki de edebiyat karın doyuruyordur (!)
Aslında korkarım biz ülkece, şairliğe eskisi kadar önem vermiyoruz. Ruhumuzu besleyen uğraşlara zaman ayıramayacak kadar hayatın tekdüzeliğine kaptırdıkça kendimizi, günbegün öldürüyoruz içimizdeki insanın özünü. Gelişen teknolojiler, bizi pozitif bilimlerle uğraşmaya itiyor. Barış adına, sevgi adına, özgürlük adına söylenebilecek cümlelerin, insansız savaş uçağı üretilmesi yanında lafı bile edilmiyor! Oysa bizim insanları vuracak savaş teknolojiler yerine savaşı yok edecek düşünceler geliştirmeye ihtiyacımız var. Bu da ancak şiirle, şairle mümkündür. Bizim ozanlarımız, şairlerimiz değil miydi 13. yüzyılda silah yerine sazlarıyla savaşanlar.
Şimdilerde ise şairlerin halkı aydınlatmada önemli rolleri yok. Dahası, yakındığımız üzere halkı aydınlatacak yeterli sayıda ve nitelikte şair yok.
Bu arada arkadaşım kendini ‘köyün delisi’ olarak tanımlıyor. Çünkü bir mühendis olarak şiirle ilgili söyleyeceği sözlere yeterince itibar edilmeyeceğini düşünüyor. Bense ona katılmıyorum. Hatta şiddetle karşı çıkıyorum. Şairlik, sadece şiire yönelmiş olmayı gerektirmez. Doktor-şair, mühendis-şair, mimar-şair vs. pekala olabilir. Şair yetiştirme yolunda ilerleyebilmemiz adına bu kanının ivedilikle yıkılması gerekiyor. Her alanda yaptığımız gibi bu alanda da kutuplaşmaya giderek, kendi içimizde eksilmekten vazgeçelim ne olur.
Son olarak bir örnek vereyim, şair diyerek, şiir diyerek, nitelik diyerek… Nitelikli şairin şiirinin, halkı aydınlatması, halka örnek olması diyerek kastettiklerime:
…
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim
…
YUNUS EMRE
Bizde şairane ruh genetik. Abimin defterler dolusu, kaçamak okuduğum şiirleri (Çoğu, aylar süren gurbetten sonra, memlekete adım attığı gün çıktığı yaylada yazılmıştır.) Beni hep şiir yazmaya teşvik etmiştir küçüklüğümden beri. (Bu sayede yazdığım şiirlerden biriyle kazandığım ödülü, Yusuf Hayaloğlu’ndan teslim almaya birlikte gidecektik abimle, yıllar sonra.) Ben de, bizim yaylanın havasında bulduğum ilhamı ne doğup büyüdüğüm ve her daim özlediğim şehr-i İstanbul’da, ne de yıllarca severek yaşadığım İzmir’de bulabilmişimdir. Şuan bu yazıyı bahçemizdeki dut ağacının altında yazıyorum. Sanırım içimizdeki şairane ruhu, memleket havasıyla diri tuttuk biz diye düşünüyorum ve dolayısıyla şair yetiştirmeye daha müsait, daha dağlarında türküler söylenesi bir memleket olabilir mi ki diye soruyorum kendi kendime. Sonra kafamda bir isim beliriyor: ‘Hışır Osman’. Evet, “Neyinden korkayım kışın, yazın yağar kar başıma.’ Diyen Hışır Mahlaslı Osman Nebioğlu. Bir de bizim köylü İsmail amca var. İsmail Kaya. Şiirleri sağlamdır epey. (En az bizim yaylanın havası kadar!) Ama o kadar. Benim iyi bildiklerim, şuanda aklıma gelenler yalnızca bu ikisi. İllaki bilmediklerim, hatırlamadıklarım da vardır beş tane on beş tane. Sizce yeterli mi bilmem ama bence hiç değil.
Hep dağı taşı altın denilerek İstanbul’a yazılırken şiirler, dağı taşı altın olan Gümüşhane’nin şairlerinin bu denli az olmasını arkadaşım gibi ben de kabullenemiyorum. Biliyorum ki memleketimizde şairane ruha sahip çok fazla insan var ve şunu da biliyorum ki o insanların hepsinin söylemeyi ertelediği satırlarca cümleleri bulunuyor.
Diyeceksiniz ki, ‘Edebiyat karın doyurmuyor hanım kızım.’ Ben de size diyeceğim ki, insanın ruhu açken karnının doyması, yaşamasına yetmiyor. Edebiyat, en saf haliyle insandır. İnsanın özüdür. Şair özgürlüktür, barıştır, sevgidir. Karnımızı doyurmak için gittiğimiz lokantaya ‘sevenin yeri’ ismini verenin bir şair olması tesadüf değildir. Kim bilir, belki de edebiyat karın doyuruyordur (!)
Aslında korkarım biz ülkece, şairliğe eskisi kadar önem vermiyoruz. Ruhumuzu besleyen uğraşlara zaman ayıramayacak kadar hayatın tekdüzeliğine kaptırdıkça kendimizi, günbegün öldürüyoruz içimizdeki insanın özünü. Gelişen teknolojiler, bizi pozitif bilimlerle uğraşmaya itiyor. Barış adına, sevgi adına, özgürlük adına söylenebilecek cümlelerin, insansız savaş uçağı üretilmesi yanında lafı bile edilmiyor! Oysa bizim insanları vuracak savaş teknolojiler yerine savaşı yok edecek düşünceler geliştirmeye ihtiyacımız var. Bu da ancak şiirle, şairle mümkündür. Bizim ozanlarımız, şairlerimiz değil miydi 13. yüzyılda silah yerine sazlarıyla savaşanlar.
Şimdilerde ise şairlerin halkı aydınlatmada önemli rolleri yok. Dahası, yakındığımız üzere halkı aydınlatacak yeterli sayıda ve nitelikte şair yok.
Bu arada arkadaşım kendini ‘köyün delisi’ olarak tanımlıyor. Çünkü bir mühendis olarak şiirle ilgili söyleyeceği sözlere yeterince itibar edilmeyeceğini düşünüyor. Bense ona katılmıyorum. Hatta şiddetle karşı çıkıyorum. Şairlik, sadece şiire yönelmiş olmayı gerektirmez. Doktor-şair, mühendis-şair, mimar-şair vs. pekala olabilir. Şair yetiştirme yolunda ilerleyebilmemiz adına bu kanının ivedilikle yıkılması gerekiyor. Her alanda yaptığımız gibi bu alanda da kutuplaşmaya giderek, kendi içimizde eksilmekten vazgeçelim ne olur.
Son olarak bir örnek vereyim, şair diyerek, şiir diyerek, nitelik diyerek… Nitelikli şairin şiirinin, halkı aydınlatması, halka örnek olması diyerek kastettiklerime:
…
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim
…
YUNUS EMRE