Mahmut Emmi, Temel, Dursun, Abdullah ve Şükrü, Laz Hasan’ın kahvesinde koyu bir sohbete dalmışlardı. İki kez gittikleri Şeyran’da aldıkları ücret ile kış boyu çoluk çocuğunun nafakalarını karşılayacaklardı. En çok üzüldükleri de üç aylık evli Can’ın bir yıldan fazla çığın altında kalarak acı şekilde can vermesi olmuştu.
-Gelecek yıl da çıkacak mıyız Mahmut Emmi?
-Öyle soruyorsun ki Abdullah, daha gelecek yıla çok var, hele kışı çıkaralım bahar gelsin düşünürüz.
-Öyle deme emmim, benim nüfus kalabalık, aldığım para onlara ancak birkaç ay yeter.
-Sen de ha bire çocuk yapmayaydın.
-Elimizde mi Mahmut emmi, hem kulu veren Allah rızkını da verir derler.
-Derler de çalışırsan verir. Çalışmayana ne Allah verir ne de kul.
-Yani borç isteme mi demek istiyorsun?
-Yani Abdullah durup durup işi paraya getiriyorsun.
-Ne yapayım emmi, bizim uşakların boğazı büyük, ha bire yiyorlar.
-Sana benzediler Abdullah.
Gülüştüler. Laz Hasan çaylarını tazeledi. Niye güldüklerini öğrenmek için:
-Mahmut emmi, kaç uşağı olduğunu söyledi mi Abdullah? Hele sor bakalım sandık dolu mu?
-Yolda Laz Hasan, bugün yarınlık.
-Sormaz olaydım, kaçıncı peki on beş mi?
-Yok yirmi. Ya on birinci ya on ikinci.
-Hay maşallah, dedi Mahmut emmi, sen bu gidişle, kervancıların aldığı paranın hepsini alsan da kışı zor çıkarırsın.
-Ama bu sefer rehber parası vermeyeceğiz, değil mi Mahmut emmi?
-Öyle Dursun, biz sefere çıkıncaya kadar Salih Bey, yolu kavuşturur.
-Çok iyi olur Mahmut emmi, aldığımız paranın yarısını nerede ise rehbere veriyoruz.
-Bu sefer vermeyeceğiz.
Temel, Mahmut emminin kulağına eğilerek:
-Sen de farkına vardın mı?
-Neyin?
-Can ile Ayşe’nin durumuna.
-Sen vardın da ben varmadım mı?
-Ne olacak peki emmi?
-Her şey olacağına varır. Kısmetse olur.
-Seher ana kızını oralara vermez.
-Vermez.
-Kaçar.
-Kaçmaz.
-Can bırakmaz.
-Bırakmaz.
-Bakarsın buraya kadar gelir.
-Gelir.
-Bu mevsimde aşamaz Zigana’yı.
-Aşar.
-Aşk insana neler yaptırmaz ki.
-Dağ tepe dinlemez.
-Dinlemez.
-Karmış, boranmış, tipiymiş bakmaz.
-Bakmaz.
-Can’ı anası bırakmaz.
-Bırakır.
-Bırakmaz.
-Ayşe’nin de güzel sesi var.
-Var.
-Babası rahmetlinin de sesi güzeldi.
-Güzeldi.
-Çok türküler dinledik ondan da.
-Allah rahmet eylesin, iyi yoldaştı.
-Çok iyiydi.
Xxx
Can, öğlene doğru Ardasa kasabasındaydı. Arap’ı Ali Osman’ın kahvesinin önündeki akasya ağacına bağladı. Dizginlerini çıkardı. Torbasını başına taktı. Oğuz da ağacın dibine oturdu.
-Hayırdır Can, nereye böyle?
-Dağı aşacağım Ali Osman emmi?
-Hangi dağı?
-Zigana’yı?
-Aklını peynir ekmekle mi yedin, bu mevsimde Zigana aşılır mı Can?
-Aşılır emmim, sen hele bir çay ver. Fazla kalmayacağım. Atım bir şeyler yiyinceye kadar ben de birkaç bardak çay içeyim.
-Tamam, gel içeri.
Can, peş peşe üç bardak çayı içti. Cebinden para çıkardı.
-Koy o parayı cebine Can. Beni dinlersen gel vazgeç.
-Vazgeçemem emmi, anama bir haftaya kalmaz dönerim dedim. Zigana’yı aşmam lazım emmim.
-Yahu Can, kız bu kadar güzel miydi ki seni kendisine bağladı.
-Kim dedi Ali Osman emmi?
-Eğer kız meselesi olmasaydı bu mevsimde Zigana’yı aşmayı kimse göze alamazdı. Çok seviyorsun.
-Çok seviyorum emmi.
-Belli belli.
Bir çay kendine bir çay da Can’a getirip yanına oturdu.
-Şimdi beni dinle evlat. Madem dağı aşmaya karar verdim. Söyleyeceklerimi sakın unutma.
-Olur emmim unutmam.
-Gideceğin yol, Cayra yol ayrımından Zigana köyü olsun. Sakın Köstere köyü yolundan gitme, yolu uzatırsın.
-Olur emmi.
-Cayra yol ayrımından Zigana köyüne gidersen yolu kısaltırsın. Bir saate kalmaz Zigana köyünde olursun. Köyde atını dinlet. Yemini ver. Köpeğini yedir. Sen de bir şeyler atıştır. Hem senin hem de yanındakilerin karnı tok olsun. Köyde Lütfi dayıyı sorarsın. Eğer sana, “Daha dağdan inmedi” derlerse, hemen köyden yola çık. Buradan bakıldığında dağ karlı görünüyor. Akşam olmadan dağa çıktın çıktın, çıkamazsan şunu çok iyi bil, kurtlara hem sen hem atın hem de köpeğin yem olur. Ha, bir de silahın var mı?
-Var Ali Osman emmi.
-Tabancan?
-O da var emmim.
-Tabancanı atının torbasına gizlet.
-Neden emmi?
-Sen dediğimi yap. Zigana köyünden çıktıktan sonra, atının torbasından tabancanı çıkarır beline sokarsın.
-Olur Ali Osman emmi.
-Haydi sana hayırlı yolculuklar.
Birlikte dışarı çıktılar. Atının başından torbayı aldı. Belindeki tabancayı kimse görmeden torbanın içerisine saman ve arpa karışımı yemin arasına yerleştirdi. Gemi atının ağzına geçirdi. Bir sıçrayışta bindi.
-Eyvallah Ali Osman emmi, çok sağ ol.
-Sen de sağ ol, sağlıklı git, sağlıklı gel.
Çarşı içine aşağı atını sürdü. Üç kemerli Harşit Çayı’nın iki yakasını birbirine bağlayan köprüden geçti. Hükümet konağının önünden geçerken atını yavaşlattı. Konağın önünde iki jandarmanın nöbet tutuğunu gördü. Jandarmadan “dur” ihtarı gelmeyince at arabası genişliğindeki yola atını sürerek kasabadan çıktı. Arap’a “deh” dedi ve dörtnala sürmeye başladı. Oğuz da arkadan yetişmek için koşuyordu. Kısa bir sürede Cayra yol ayrımındaydı. Arap’ı bu kez Zigana köyü yoluna sürdü.
Günün gözünü zaman geçtikçe arkasına almaya başladı. Köye az bir mesafe kala atından indi. Tüfeğini kontrol etti. Yolun kenarından aşağı akan sudan hem kendi içti hem de atını içirdi. “Arap’ı biraz dinleteyim” dedi kendi kendine. Bir taşın üzerine oturdu. Cebinden tabakasını çıkardı, sigarasını sardı. Sigara içimi kadar oturdu. “Yolcu yolunda gerek” diyerek kalktı, yeniden atını bindi. “Hadi bakalım Arap, hadi bakalım Oğuz, aşalım şu dağı, Ayşe de mutlaka yolcumuzu gözetliyordur.”
Zigana köyüne geldiğinde ikindiye az bir zaman kalmıştı. Bacasından duman çıkan Eroğlu Hüseyin’in kahvesi önünde durdu. Atından indi. Kapıdaki ağaca bağladı. Bu kez atının torbasını başına takmadı. Kahvenin kapısını açarak içeri girdi, “selam” verdi. Selamı alan kahvedekiler, “hoş geldin” dediler. Boş olan bir masaya oturdu.
Eroğlu Hüseyin, bir bardak çayla yanına geldi. Çayı masaya bıraktı.
-Hoş geldin beyim.
-Sağ ol, dedi Can.
-Hayırdır beyim, nereden gelir nereye gidersin?
-Avliyana’dan gelip, Ciharlı köyüne giderim.
-Yapma beyim, buradan oraya ancak bir günde gidersin.
-Akşama kalmadan dağı aşarsam gerisi sorun değil. Bir şey soracaktım.
-Buyur beyim.
-Lütfi dayı diye bir ağamız var, dağda mıdır hala?
-Dağdadır dağda. O soğuktan iyi donacak, otel ve lokanta olarak kullandığı harabeye dönmüş binasının çatısından buzlar bir metre olacak ki, ancak insin köye.
-Yani hala orada?
-Evet hala orada. Ha akşama oraya varıp, onun otelinde kalır, sabah yoluna devam edersin. Dur ben sana bir çay daha getireyim. Uzun bir yolun var.
-Olur.
Kahvedekiler, hiç buralarda görmedikleri Can’a bakıyorlardı. Gözler kahveci Eroğlu Hüseyin’deydi. Onlar merak ettikçe Hüseyin de bir şey söylemiyordu.
-Hüseyin, diye seslendi Kurt Halil.
-Buyur.
-Hele beş çay al da gel.
-Tamam.
Hüseyin beş bardak çayla geldi. Çayları masaya bıraktı. Kurt Halil kolunu tuttu.
-Hele otur.
-Buyur Halil emmi
Can’ı göstererek:
-Kim bu?
-Bir yolcu.
-Yolcu mu, nereye gidiyor?
-Dağın arkasına, Ciharlı köyüne.
-Bu havada?
-Evet.
Hüseyin, biten çay bardaklarını alarak kalktı. Kurt Halil, dikkatlice Can’a bakıyordu.
-Yahu, bu adamda hiç akıl yok.
-Yok.
-Yazık, daha da genç.
-Yazık olacak ona.
-Yollamasak mı?
-Yararı yok.
-Kafaya koymuş, dağı aşmak.
-Aşamaz, donar kalır.
-Aşar.
-Aşamaz.
(Devamı var)