Çay ile bir şeyler atıştıran Can, kahvecinin parasını ödedikten sonra dışarı çıktı. Kar dışarıda sepeliyordu. Atına binerek köyden çıktı. Yükseklere çıktıkça kar yağışı hızını daha da artırıyordu. Şeker’in çeşmesine geldiğinde kar iyice bastırmıştı. Görünen o ki zor bir yolculuk olacaktı. Sadık dostu Oğuz da arkadan takip ediyordu. Yolu düzgün görünce Arap’a “deh” dedi.
İyice ormanın içerisine dalmıştı. Yeşil çam ağaçları beyaz gelinlik giymiş gibiydi ama manzaraya bakacak hali yoktu. Yol yağan kar ile gittikçe kayboluyordu. Atını durdurdu, torbasının içerisinden tabancasını aldı, hazneye mermiyi sürdü, beline soktu. “Yolun kardan kaybolması hiç de iyi değil” dedi kendi kendine. “Acaba attan insem mi?” sorusunu sordu.
Şeker’in dönemecini dönünce yolu artık kar yağışından fark edemiyordu. Zigana’nın zirvesine baktı. Yağışından bir şey görünmüyordu. Atı Arap, yolu biliyormuş gibi yol almayı sürdürüyordu. Oğuz da hemen arkalarından geliyordu. Yol bir türlü bitmiyordu, bitecek gibi de değildi. Kurt ulumalarına kulak kabarttı.
-Yolda kaybolmamız bir şey değil de kurtlara yem olacağız Arap. Ha ben sevdiğim bir kız için öldüm diyelim sen ile Oğuz ne için ölmüş olacaksınız? Sahibiniz için değil mi? Eğer kaderimizde kurtlara yem olmak var ise yem olacağız, yoksa ben Ayşe’ye siz de rahatlığa kavuşacaksınız.
Anasının ördüğü bereyi başına iyice geçirdi. Şimdi sadece gözleri görünüyordu. Arap kusursuz yolu bulup yürüyordu. İnse miydi acaba? İyi gidiyor. Yolu bulamazsa inerim. Kurt ulumaları gittikçe yaklaşıyordu ama o, on metreden ilerisini göremiyordu. Doğru yoldan gittiğine emin olmak için atını durdurdu. Görebildiği kadar uzağa baktı. Doğru gidiyoruz Arap, devam et. Çiftesini omuzundan indirdi. İki domuz dolusu fişeği tüfeğine yerleştirdi.
Bakalım kurtlarla nerede karşılaşacağız Arap? Sen ne dersin Oğuz? Çok kurtla karşılaşıp onları hallettiğini biliyorum. Eğer Arap kurtları görseydi mutlaka tepki gösterirdi, demek ki hala görmedi, O zaman yakın değiller, gerçi ulumaları biraz yakından geliyor. Umarım yolumuzun üzerinde değildir. Hayal mı görüyordu, karşıdan iki silahlı adam geliyordu. Gözlerini ovuşturdu, bir daha dikkatlice baktı. Yok gerçek, hayal görmüyordu. Arka arkaya yürüyenler gittikçe yaklaşıyordu. O da yoluna devam ediyordu. Karşı karşıya selince “selam” verdi. Selamı alanlar biri:
-Hayırdır kardeş aklını peynirle mi yedin, bu havada ne işin var buralarda?
-Hayırdır kardeş, Lütfi dayımla biraz işim var, yanına gidiyorum, diyerek yalan söyledi.
-Biz dağdaki tipiden kendimizi zor kurtardık, dön geri çıkamazsın zirveye.
-Bu kadar yol almışken dönmeyeyim. Hayırdır, siz nereden gelip nereye gidiyorsunuz?
-Biz Zigana köyündeniz, dağda bir işimiz vardı, dönüyoruz.
-Yolunuz açık olsun.
-Senin de, bizim izlerimizi takip et, yolu kaybetmeyesin.
-Olur kardeş, sağ ol.
-Hadi selametle.
Bu iyi oldu, en azından onların izini takip edersek yolu kaybetmeyiz değil mi Arap? Haydi biraz daha hızlı gidelim. Arap’a “deh” deyince atı hızlandı, arkadaki Oğuz da. İzler, bir dere içine doğru gidiyordu. Her zaman dere içlerinin tehlikeli olduğunu biliyordu. Dere içini kurtlarla karşılaşmadan atlatırsa son dönemece gireceğini biliyordu. Silahını eline aldı. Namlusunu dere içine doğru çevirdi. Yaklaştıkça dere yatağını daha iyi görüyordu. Arap huysuzlanmadığına göre şimdilik bir şey yok demekti. Tam dere içini dönecekti ki Arap birden durdu. Şaha kalktı, Oğuz havlamaya başladı. Üç tane kurt tam karşılarındaydı. Silahını havaya kaldırarak ateşledi. İki domuz dolusunu da havaya sıktı. Yeniden armasından doldurdu, bir kez daha ateşledi. Kurtlar bağırarak kaçmaya başladı. Oğuz hala havlıyordu. Kurtların peşinden koştu. “Dur oğuz, gel. Oğuz gel diyorum sana” bir kez daha havaya ateş açtı. Kurtlar orman içinde kayboldu. Oğuz da geri dönerek yanlarına geldi ama durmadan havlıyordu.
-Sus oğuz, bak kaçtılar. Haydi yolumuza devam edelim.
Biraz önce yanlarından geçen iki adamın izleri hala belli oluyordu. Arap’a yeniden “deh” dedi. Kurt ulumaları kesilmişti. Kar yağışı yükseğe çıktıkça hızını artırıyordu. Zirveye yakın son dönemece gelince gizlaved çizmelerinin içerisine pantolonun paçalarını koydu, her ikisini de bağladı, atından indi.
-Yoruldun Arap biraz dinlen. Karanlık oluyor. Az soluklan ki, zirveye sağlam çıkalım. Baksana göz gözü görmüyor. Bir kızın yüzünden düştük yollara. Aşk bu olsa gerek. Dizlerini kırarak oturdu. Koynundan Ayşe’nin verdiği kanlı yazmayı çıkardı, kokladı. Ayakta duran Oğuz’u yanına çağırdı:
-Gel benim sadık dostum gel, bir güzelce sarıldı, sevdi, sen ne kadar sıcaksın, üşümemişsin.
Fazla durmaya gelmez, karanlık bastırıyor hem de yukarıya yaklaştıkça rüzgar da hızını artırıyor. Cebinden birkaç parça akide çıkardı, bir tanesini ağzına attı, diğerlerini atına yedirdi. Biraz bekledi. Rüzgar gittikçe hızını artırıyor, tipiye dönüşüyordu. Yerde bulduğu uzunca çam dalını eline aldı, küçük dallarını kırarak temizledi. O iki adamın izleri kaybolmuştu ama yolu bildiği için pek de merak etmiyordu.
Atının dizginlerini eline aldı, diğer elinde baston olarak kullandığı ağaç dalı ile yolu kontrol ederek ilerlemeye çalışıyordu. Zirveye yaklaştıkça tipi daha da hızını artırıyordu. Bir-iki metre önünü zor görüyordu. Kardan bembeyaz olmuşlardı. Nefesi kesiliyordu ama mutlaka ilerlemesi lazımdı. Yolu yoklaya yoklaya zirveye vardı ama hiçbir yer görünmüyordu. Tipi adeta uçuracaktı onları. Ayakları üşüyor, parmakları donuyordu. Zor nefes alıyordu, adeta boğulacak gibi oluyordu. Geriye dönüp baktı, sadece Arap’ın başını görüyordu, Oğuz’u göremiyordu. Elindeki ağaç dalını bıraktı, gözlerini sildi. Zorla “Oğuz” diyebildi. Oğuz’dan ses çıkmayınca bir kez daha seslendi. “Yanıma gel Oğuz” dedi. Arap’ın bacaklarının arasından geçen Oğuz, yanına geldi. “Çok şükür gelebildin. Az kaldı ama bir yeri göremiyoruz, geç önümüze Oğuz, hadi benim vefakar dostum” diyerek Oğuz’u öne geçirdi.
Birkaç adım atmıştı ki köpek havlaması duydu. Yeniden durdu, köpek havlamasını sürdürüyordu. Başını kaldıran Oğuz, Can’a baktı.
-Sen sesini çıkarma, köpeğin sesinin geldiği yere doğru yürüyelim.
Oğuz önde kendisi arkada kısa adımlarla zorla yürüyordu. Nefesi duracak gibiydi. Ayak ve el parmaklarını hissetmiyordu. Elindeki çam dalını yere attı. Atının dizginlerini de bıraktı. Elindeki eldivenler işe yaramıyor, parmakları donuyordu. Tipiden göz gözü görmüyordu. İlerleyemiyordu. Dizlerini kırıp oturacak olursa donup kalacağını biliyordu. Zirveye geldiğine iyice emindi ama tipiden adım atamıyordu. Karşı taraftan gelen köpek havlaması devam ediyordu.
Lütfi Dayı:
-Hanım bu köpek neden durmadan havlıyor?
-Ne bileyim bey.
-Dışarıda birisi mi var?
-Bu havada evinden kim çıkar ki bey?
-Delinin biri olabilir. Buralara bu havada akıllı gelmez, bilmiyor musun, hep deliler gelir. Ben bir bakayım.
Kapıyı açar açmaz kapatması bir oldu. Tipiden dışarı çıkamadı.
-Göz gözü görmüyor hanım, bu köpek durmadan havlıyor. Birini sezmiş olmalı. Şu başımı gözümü sarıp bir bakayım.
Yavaşça kapıyı araladı, yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyordu. Başını yere eğerek zorla ilerliyordu. Az ileride fark ettiği karalık dikkatini çekti. Hızla yanına geldi. Can’ı dizlerinin üzerine çömelmiş durumda buldu. Donmak üzere olan Can’ın karlarını temizledi, sırtına aldı. Hızla dükkanına doğru ilerledi. Kapıyı açtı, içeri girdi.
-Hanım, çabuk kar al dışarıdan da getir, çabuk ol, donuyor bu adam.
Can’ı peykenin üzerine yatırdı. Önce çizmelerini, çoraplarını ve eldivenlerini çıkardı. Karısının getirdiği karla ayak ve el parmaklarını durmadan ovalıyordu.
-Deli bu adam hatun, deli bu adam, gitmesem donacaktı. Bu deli ne arıyor. Bu havada yola çıkılır mı? Atı ve yanında köpeği var. Hüseyin sen karla ovalamaya devam et, ben atını ahıra çekeyim. Köpeğini de içeri al hanım.
Atı ahıra çeken Lütfi Ağa, hemen geri döndü. Can yavaş yavaş kendine geliyordu. Oğuz ise sobanın yanına oturdu. Sobanın sıcaklığı ile üzerinde buz tutmuş karlar eriyordu.
Sobanın üzerinde demlenmiş çaydan bir bardak dolduran Lütfi Ağa:
-Tutabilecek misin, geçti mi ellerinin karıncalanması?
-Geçti emmim de sen kimsin?
-Bırak kim olduğumu da sende akıl var mı?
-Bilmem emmi, sen Lütfi dayı mısın yoksa?
-Bu karda, bu borada, bu tipide başka kim olabilir? Ben sana deli diyorum ama benim de aklım tam değil. Sen şimdi açsın da. Dur sana güzel bir kuymak yapayım. Bu dağlarda benden iyi kuymak yapan olamaz, değil mi hanım?
-Öyledir Lütfi Ağa. Al yavrum şu çorapları giy.
-Sağol ana.
Kuymağı yapan Lütfi Ağa:
-Hadi ye için ısınsın. Köpeğine de birkaç kemik vereyim. O da kendine gelsin. Biz üste yatıyoruz kocakarı ile, sen kuymağı ye sobanın üstünde çay var. Erken yat, sabah konuşuruz.
-Çok sağ olasın benim dayım.
-Sabah olsun sana dayıyı mayıyı sorarım. Haydi hanım, Hüseyin. Ha kapıyı da kilitle. Biri gelirse beni uyandırmadan açmayasın ha.
-Tamam dayım.
-Hüseyin üsten iki tane yorgan al gel.
-Hemen baba.
-Ha, uşağım senin adın neydi?
-Can, dayım.
-Can, az kalsın canından oluyordun. Bakma bu gecenin havasına yarın zil gibi güneş olur da karın kalınlığı ne kadar olur onu bilemem. Haydi hayırlı geceler.
-Sizlere de dayım.
(Devamı var)