Ayşegül’ün ölümünün üzerinden bir ay geçmişti. Donan sebzelerin yerine yenileri dikilmişti. Deli Osman, Kartal Mustafa’nın sözünü tutarak onun evine yerleşmişti. Taş binanın birinci katını Deli Osman’ındı.
Osman mutluydu. Yirmi üç yaşından sonra bir ana babaya kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Artık onun da bir ana babası vardı. Hayvanların bile yatmayacağı o kulübeden kurtulmuştu. Her öğün sıcak yemeğe kavuşmuştu. Neşeden uçuyordu ama Pisik Ali’nin kızı Türkan’ı da unutmuyordu. “Can abiye açsam mı?” diye düşünüp duruyordu. Kapının önünde onun durgunluğunu evden çıktıktan sonra fark eden Can, yanına yaklaştı:
-Hayırdır Osman, ne oldu yine, kara kara düşünüyorsun?
Ayağa kalktı:
-Yok bir şey Can abi.
-Var, var da sen söylemiyorsun, hadi söyle, aramızda kalacak.
-Söylesem mi? Yok bir şeyim yok.
-Osman, kızdırma insanı hadi söyle, ana baba sahibi olmak iyi gelmedi mi sana?
-Olur mu öyle şey, çok mutluyum Can abi.
-Öyleyse ne?
-Şey…
-Ne şeyi?
-Şu Pisik Ali var ya?
-Var.
-Şey diyorum…
-Ulan söyle Osman tepemi attırıyorsun.
-Kızma Can abi, söyleyeceğim de utanıyorum.
-Utanma ben senin abin sayılırım.
-Pisik Ali’nin kızı Türkan var ya…
-Eee?
-Şey, abi seviyorum onu.
-Hah şöyle, bunda ne var da söylemiyorsun?
-Ayıp olur diye.
-Ayıp olacak ne var? Evlenmek, yuva kurmak da senin hakkın Osman.
-Öyle de Pisik Ali vermez kızını.
-Kızı seni seviyor mu? Konuştunuz mu hiç?
-Çok az.
-Tamam, ben kimseye söylemeyeceğim, sen kız ile konuşmaya bak.
-Tamam Can abi.
-Kızın seni sevdiğini öğren, gerisine karışma.
-Öyle mi Can abi?
-Öyle tabi. Ben bugün kasabaya gidiyorum, bir şey istiyor musun?
-Yok Can abi, çok sağ ol.
-Hadi eyvallah, bugün kızla konuşmaya bak, akşama haber bekliyorum senden.
Bahar iyice kendini göstermişti. Bir ay önce yağan karın ardından doğa yeşermiş, havalar ısındıkça ısındı. Abdal Musa her ne kadar apaksa da köyün içinde otlar boy atmış, koyunlar kuzulamıştı. Köyde yaylıma çıkarılan koyunların melemelerine kuzuların melemeleri karışıyordu. İnekler, öküzler de yaylıma çıkarılmıştı. Ekinler boy atmış, her taraf yemyeşildi. Kara toprak da görünmüyordu, kayalıklar da.
Kapıya çıkan Kartal Mustafa, Osman’ın atı tımar ederken görünce:
-Osman, tımardan sonra atı biraz koştursan. Yaylaya yukarı git, hem de yaylanın durumunu öğrenmiş olursun.
-Olur baba.
-Fazla hızlı sürme, at bilek boşaltmasın.
-Dikkat ederim baba.
-Can görünmedi, hala evde mi?
-Yok, kasabaya gitti, evin bazı ihtiyaçları vardı alacağım dedi.
-Keşke haber verseydi, bizim de alacaklarımız vardı.
-Ben akşamdan söyledim ona bey, dedi Zülfiye kadın dışarı çıkarken.
-İyi ettin, para verdin mi peki?
-Almadı, alıp geleyim ondan sonra verirsiniz dedi.
-Akıllı çocuk.
-Ha Osman, önce ata içeriden ona ayırdığım akidelerden ver. Beş tane yedir ve ondan sonra bin. Alışsın sana. At bundan sonra senin sayılır.
-Olur mu öyle şey baba?
-Olur olur, bizim neyimiz varsa hepsi senin, yerimiz yurdumuz da.
Xxx
Can, Ali Osman’ın kahvesinin önünde durdu. Atından indi. Dizginleri çıkardı. Yedek yularla kapı önündeki ağaca bağladı. Yem torbasını başına taktı.
Ali Osman, kahvenin önüne Kurt İsmail, Bakkal Ahmet ve Fırıncı Yaşar ile oturuyordu. Can, “Selam” verdi.
-Hoş geldin Can.
-Hoş bulduk emmi.
-Otur Çay getireyim sana.
Ali Osman, çay getirmek için içeri girdi.
-Nasılsın evlat? diye sordu Kurt İsmail.
-Sağol emmi, ellerinden öperim.
-El öpenlerin çok olsun. Duydum ki düğün hazırlığı içerisindesin.
-Öyle emmi, kısmet olursa.
-İnşallah… Eksiğin var ise benden alabilirsin. Ödemeler için sıkıştırmam seni. Ne zaman eline para geçerse verirsin.
-Sağol emmi, ben de öyle düşünüyordum.
-Dükkan senin yavrum.
-Allah razı olsun.
Çayı getiren Ali Osman:
-Nereye böyle Can?
-Zigana’ya gideceğim, Lütfi ağamı görmeye.
-Düğünü biraz erteledin.
-Öyle oldu emmi, Ayşegül’ün ansızın ölümü bizi de çok üzdü.
-Ne zaman yapacaksın?
-Lütfi ağamla onu konuşacağız.
-Dur bakayım, sanırım o bugün burada olsa gerek. Sen şu Kalaycı Hüseyin’in dükkanına baksana. Atın dursun bak da gel.
-Sağol emmi.
Can, kasabanın tozlu caddesinde yürümeye başladı. Tam köprüye yaklaşmıştı ki “Can” diye bir kadın sesi duydu. Sağına soluna bakındı. Kimseyi göremedi.
-Yukarı bak.
Sesin geldiği binaya baktı. Pencerede Fatma kızı gördü.
-Düğün ne zaman Can?
Kim bu kız, neden düğün ne zaman diye soruyor? Ben bu kızı tanımam etmem. Sonra benim düğünümün ne zaman olacağı onu ne ilgilendiriyor ki? Ama yine de cevap vereyim.
-Ağustos ayının sonunda.
-Hayırlı olsun.
-Sağol bacı, dedi ve köprüye aşağı hızla yürümeye başladı. Kalaycı Hüseyin’in dükkanına girdi. Lütfi Ağa, kahveci Ali Osman’ın dediği gibi, dükkanda oturuyordu.
-Gel bakalım Baloğlu Hikmet’in oğlu. Nasılsın bakalım?
-Sağol emmi, diyerek hem onun hem de Kalaycı Hüseyin’in elini öptü.
-Kararlaştırdınız mı düğün gününü?
-Kararlaştırdık emmi de Ciharlı’dakilere daha söylemedik.
-Sen gününü söyle, ben yarın oraya sütlaç almaya gideceğim, ben söylerim.
-Kısmet olursa ağustosun son günü emmi.
-Tamam, ben söylerim.
-Niye ertelediniz, o kızın ölümünden dolayı mı?
-Evet emmi.
-İyi ettiniz.
-Kartal Mustafa ne yapıyor? İştahı yine öyle mi?
-İyidirler emmi.
-Selam söyle.
-Baş üstüne, o zaman benim Ciharlı’ya gitmeme gerek var mı?
-Yok uşağım. Siz işinize bakın.
-Sağol emmi, diyerek dükkandan çıktı.
Köprünün ortasına gelince durdu. Acaba o kız yine pencerede miydi? Yine soru sormasın bana. Benim düğünümden ona ne? Hızlı hızlı mı yürüsem? Bir şey sorarsa cevap vermem.
Hızlı hızlı yürümeye başladı. Fatma kızın pencerede olup olmadığını da merak ediyordu. İstemeyerek de olsa, binanın önüne gelince fazla fark ettirmeden pencereye baktı. Fatma kız penceredeydi. Bu kız ne yapıyor pencere de? Deli mi ne? Benim düğünümün ne zaman olduğunu soruyor. Ben niye söyledim ona düğünümüzün ne zaman olacağını. Tanımadığın kıza sen niye düğün gününü söylüyorsun? Akılsız kafam. Yoksa bir düşündüğü mü var? Bir daha baktı. Hala pencerede. Yok yok bu işte bir iş var. Ali Osman emmiye kim olduğunu sorsam mı acaba? Sorayım.
(Devamı var)