EY AYLARIN MÜBAREĞİ

Ey mübarek bağışlanma ayı! Ey zavallıların, ümitsizlerin, fukaranın, çaresizlerin gönlüne teselli, yüzlerce milyon ehli imana mağfiret müjdeleyen mukaddes ay! Yılda bir defa, yalnız otuz gün süren misafirliğin bizim için ayrıca sevinç sebebi oluyor.

Büyük küçük cümle tevhit ehlinin kalbinde bizim için, hayli vakittir mazlum ve mağdur olan İslam âlemi için zaferler, haberler, müjdeler getirdiğine dair sağlam bir iman var.

Bak bugün, bölük bölük camilere, ulu mabetlere koşan halk seni nasıl kutluyor.

Tek yürek ve tek ses olarak, bak senden neler, neler diliyor ve bekliyor.

Ey imana kuvvet veren, gönüllerden kederleri silip götüren, gelecek için ümitler bahşeden ulvî, kutsî, samimi ay. Her günün bir zafer günü, her saatin bir sevinç saati, bayramın kıvanç dolu bir bayram olsun.

Safa geldin! Neşen, bereketin, ferahın ile geldin. Yine neşe, bereket, ferah ve saadet bırakarak gideceksin. Seni bu sene bundan emin olarak karşıladık, ey ayların mübareği, ey Şehr-i Ramazan!

Ahşap kapıların açılışıyla ve tahta döşemeleri gıcırdatan ayak seslerinden öğrenmiştik sahurun anlamını. On bir ayın sultanıyla tanışmamız, evin ortasına gizlice kurulan alüminyum sinilerin üzerine bırakılan kaşık sesleriyle başlamıştı. Büyüklerin çocuklar uyanmasın diye fısıltılı konuşmalarına karışan yeni pişmiş veya ısıtılmış yemeklerin kokusuyla birlikte son kararımızı veriyorduk: Gündüz yemeyen-içmeyen bu insanlar geceleri bizden gizli olarak en güzel yemekleri yiyor olmalılar ki gün boyu yemeğe ihtiyaç duymuyorlardı.

Aklımızdaki bu düşünceyi aramızda dillendirip, büyüklerimizin de bundan haber olunca çok üzüldüklerini gördük. Bizi de geceleri kaldırıp uykulu gözlerle sahur sofrasına oturttuklarında, aslında yemeklerin hiç de farklı olmadığına şahit olduk. Sahur yemeğinin ramazan ayı için bir gereklilik ve dahi güzellik olduğunu öğrendiğimizde önceki düşüncelerimizden dolayı mahcup da olduk.

Kimi gün yarım gün, kimi gün birkaç saatliğine oruç tutmaya başladığımızda mutlaka sahura kalkılması gerektiği söylenmişti bize.

Tam gün oruç tutmaya karar verdiğimiz  ilk çocukluk orucumuz yaz ayları  içindeydi. Oruçlu olmanın mutluğu içinde başlayan gün, ilerleyen saatlerde yerini halsizliğe, özellikle de susuzluğa bırakıyordu. Bir parça ekmeğin, bir yudum suyun ne kadar değerli olduğunu bundan başka bir zamanda anlamak mümkün değildi. Verilen bir sözü yerine getirmenin, büyükler gibi sabretmeyi öğrenmenin ayrı bir güç verdiğini fark ediyor, yorulan bedenimizin ötesinde ruhumuzun adeta kanatlandığını hissediyorduk. İftar vakti yaklaştığında en soğuk suyu hangi çeşmeden almalıyız diye düşündükten sonra  koşarak çeşmelere giderdik.Böyle bir mevsimde yemekten çok suya ihtiyaç duyuluyordu çünkü. Kaynağı toprağın derinlerinde olan çeşmelerin suyu kış mevsiminde ılık, yaz mevsiminde ise diğer sulara göre daha soğuk idi. Onun için akşama yakın ziyaretçileri daha da çoğalıyordu. O çeşmeden su doldurmanın en güzel yanı ise, akan suya mahzun mahzun bakarken bir yudum içememekti.

Kurulan iftar sofrasının başında ezanı beklemek ayrı bir heyecandı. İşte bardakta su, tabakta yemek… Fakat belirlenen zamanı bekliyorsun onlara uzanmak için. Beklemenin, hasretin ve kavuşmanın anlamını kavrıyorsun birkaç dakika içinde. İstesen o anda bir bardak su içebilirsin. Hem de bu kadar susamışken, dudakların birbirine yapışıyorken. Bütün mesele burada işte. Hür kalmak ya da esareti kabullenmek.

Duygularının, isteklerinin esiri olup onların her isteğini yerine getirenler bunu özgürlük adına yaptıklarını düşünseler de, onca isteğin kölesi olduklarının farkına varmazlar. Özgürlük, canının her isteğini, aklına her geleni yapmak değil, sonrası için pişmanlığa dönüşecek isteklerin sesini hiç duymamaktır aslında.

“Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir/ Masivaya bağlanır mı bağlanan vicdan sana.” Gönül yalnızca Allah’a bağlanmakla, O’nun sonsuzluğunun esiri olmakla diğer bütün varlıkların esaretinden kurtulup, gerçek özgürlüğüne kavuşmuş oluyor ancak.

“Senin rızan için…” diye başlayan iftar sofrasındaki duaları da sadece Yaratan’a kul olmanın, O’nun isteğine boyun eğmenin ve diğer her şeyden âzâde olmanın en derin ve kalıcı yankısını oluşturuyordu, akşam ezanına karışıp göklere doğru dalgalanan sesler içinde.

Hasretle bekleyişin sonundaki kavuşmaların anlamı daha bir başka oluyor. Önce dokunuş, sonra koku ve tadı nimetin. Her yudum suda ayrı bir lezzet, her lokma ekmekte tarifsiz bir tat.Bir görevi yerine getirmenin ve bütün olumsuz duyguların saldırısı karşısında kazanılan bir zaferin huzuru.İnsan olmanın, kul olmanın, sevilenin isteğini yerine getirmenin derin hazzı. Saadetin zirvesinden havalanıp ötelere doğru kanat vurdukça genişleyen, büyüyen bir yüreğin sevinci.

Böylesi güzel akşamları fark etmeyen, tadına vararak bir yudum suyu içmenin lezzetini, mutluluğunu yaşamayanlara üzülürüm. Güçsüzlüğünü bir güç gibi görüp, iradesizliğinin minderinde nefsine tuş olmuşlara  acırım. Oysa güzelliği, huzuru bilenler onu paylaşmak istiyordu. Bir deryanın kanarından geçip gitmek ve elinde bir tas olmamak. Ne mahrumiyet!

Patika yollardan, yağmurlu,yarı karanlık , yarı aydınlık  akşamlarda, düşüp kalkarak ulaşılan cami… Çocukluğun has bahçesinde bir karanfil gibi solmadan duran teravihler… Minik avuçların semaya açılışıyla, karanlıktan aydınlığa doğru kuşların kanadına takılan âminler… İlk tadın ruhlarda bıraktığı unutulmaz lezzetle beklenen yeni iftarlar, sahurlar, teravihler… Ve unutulmayan, hep yaşatılan bayram sabahları… Hangi birimiz bir kere bile olsun bir bayram sabahına başucumuzda yeni gömlek, yeni pabuç, yeni elbise sevinciyle uyanmadık ki.
YORUM EKLE