Ortadoğu, yüzyıllardır çatışmaların, savaşların ve güç mücadelesinin merkezi olmuştur. Ancak, İsrail’in Gazze’den sonra Lübnan’ı hedef alması gösteriyor ki vahşet ve soykırım yalnızca Filistin ve Lübnan topraklarıyla sınırlı kalmayacak; bu saldırılar tüm İslam dünyasına yankılanması gereken bir uyarıdır.
Bir yıldır Gazze’de devam eden zulme karşı gözlerini kapatan Batı dünyası, İran’ın İsrail’e attığı füzelerle birdenbire harekete geçti. ABD ve müttefikleri, olayları görmezden gelmek yerine hızla tepkilerini göstermeye başladı. Ama Gazze’deki vahşet söz konusu olunca hep sessizler!
Geçenlerde, görüşlerine değer verdiğim bir akademisyenin konuşmasını dinledim. Olayların bu şekilde devam etmesi halinde, İsrail’in sadece Lübnan’ı değil, ardından Suriye’yi ve İran’ı hedef alacağını; nihayetinde sıranın Türkiye’ye geleceğini belirten kanıtlar sundu. Bu uyarılar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da konuşmalarında sıkça dile getirdiği gerçeklerle örtüşüyor.
Çünkü İsrail’in tarihsel olarak savunduğu "Vadedilmiş Topraklar" (Eretz Yisrael) fikri, Tevrat’a dayanan bir ideolojik kavramdır. İsrail, sınırlarını bugünkü topraklarının çok daha ötesine genişletmeyi hedefliyor. Bu yayılmacı hedef, İsrail’in sadece Filistin’i değil, bölgedeki diğer ülkeleri de tehdit ettiğini açıkça gösteriyor. İsrail’in Gazze’deki işgal politikaları ve saldırıları, bu genişleme planlarının bir parçası.
Son dönemde Nasrallah’ın şehit edilmesiyle birlikte, İsrail’in önündeki en büyük engellerden biri kalkmış oldu. Bu büyük olayın ardından Ortadoğu’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktır. Bu sessizlik karşısında, İsrail genişleme planlarını hızla sürdürecek ve bölgedeki dengeleri daha da bozacaktır. İslam dünyası sadece vahşeti kınamakla yetinirken, aslında saldırıların daha da şiddetlenmesine zemin hazırlıyor.
Müslüman ülkeler arasında güçlü ve kararlı bir iş birliği yapılması artık elzemdir. Aksi takdirde, ateş çemberi büyümeye devam edecektir. Bölgedeki barış ve istikrarın korunabilmesi için bu dayanışma kaçınılmazdır. Türkiye ise bu noktada İsrail’in saldırılarından çıkarılması gereken derslerle yüzleşmek zorundadır.
Yıllardır Ortadoğu’da devam eden rejim değişiklikleri, sadece iç dinamiklerle değil, dış güçlerin bölgedeki çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Suriye, İsrail’in yayılma planlarının önündeki en güçlü engeldi. Ancak, Suriye’nin zayıflatılmasıyla İsrail’in önü açıldı. Ne yazık ki, Türkiye’nin Suriye politikası baştan aşağı hatalıydı. Bu hatalar, bölgedeki dengeleri İsrail lehine değiştirdi.
Müslüman ülkeler arasındaki derin siyasi anlaşmazlıklar, kukla yöneticiler ve bölgesel çıkar hesapları, Filistin meselesinde ortak bir duruş sergilenememesine neden oluyor. Oysa Filistin davası yalnızca Filistinlilerin değil, tüm İslam dünyasının ortak meselesidir. Bu dava, sadece Filistinlilerin değil, tüm Müslümanların onurudur.
Türkiye, Ortadoğu’nun en güçlü ve stratejik ülkelerinden biri olarak dış politikasını menfaatleri doğrultusunda şekillendirmelidir. Geçmişte “stratejik dost” olarak gördüğümüz birçok ülke, çıkarlarımızla çeliştiği an bize sırtını döndü, hatta düşmanlık sergiledi. Türkiye’nin dış politikada milli çıkarlarını en üst düzeyde tutması gerektiği apaçık ortadadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün uyguladığı stratejik dış politika, bugün için de referans noktası olmalıdır. Bölgedeki ülkelerle, özellikle Rusya ile güvenlik iş birliği anlaşmaları yapılması gereklidir. NATO üyeliğimiz bile birçok zaman çıkar çatışmalarını önlemeye yetmedi. NATO ekseninde Türkiye, kendi savunma ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale gelmiş durumda. Parasını ödediğimiz uçakları bile alamıyoruz. Bu şartlar altında Türkiye'nin hedef ülke olduğu gerçeğini kabullenmemiz gerekiyor.
Kürecik ve İncirlik gibi üsler konusunda somut adımlar atılmalıdır. Eğer bu üsler Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmiyorsa, bu durum gözden geçirilmeli ve gerekli adımlar atılmalıdır.
İsrail’in saldırılarından çıkarılması gereken en önemli derslerden biri, ulusal savunmanın ve bağımsız askeri gücün ne kadar hayati olduğudur. İsrail, ABD’nin güçlü desteğiyle kendi savunma sanayisini geliştirdi ve askeri teknolojide büyük ilerlemeler kaydetti. Bu sayede saldırılarını dünya kamuoyunun tepkisini çekmekten çekinmeden sürdürebiliyor.
Savunma sanayisine sahip olmak, sadece askeri bir üstünlük sağlamak anlamına gelmez; aynı zamanda bağımsız bir dış politika izleyebilmenin temelini oluşturur. Türkiye’nin son yıllarda savunma sanayiinde attığı adımlar, yerli İHA ve SİHA üretimi gibi başarılar, dış politikada Türkiye’nin elini güçlendiren önemli hamlelerdir. Ancak bu yeterli değildir; Türkiye’nin daha fazlasına ihtiyacı var.
Sessizlik düşmanı cesaretlendirir. Eğer bu sessizlik devam ederse, İslam dünyası ve bölgemiz daha büyük tehditlerle karşı karşıya kalacaktır.
Unutulmamalıdır ki: “Gafleti uzun olanın devleti yok olur.” Göre ne…Köre ne?