Meryemana’ya giden Halilli Mahallesindeki köprüden sürüyü geçirdi. Yaz boyu bu köprüden geçmemişti. Sürü dar olan cılga yolda önde Akkoç ve hemen onun önünde Alaca sıraya dizilmiş ilerliyordu. Sonarlar’a kadar çakıllı ve oldukça rampalı yol vardı. Köylüler bu yolu çoğunlukla hayvanları ile ormandan odun getirirken kullanırlardı. Çoban Ali ise en arkada Karaca ile geliyordu. Sürü Sonarlar’ı geçince bodur çam ağaçlarından oluşan Fufula ormanına girdi. Sürünün yaylımı başlamıştı. Ot biraz sararmış olsa da hala tazeliğini koruyordu. Çitli yaylacılar Kankana Yaylasını kullandıkları için ormanlık alan hala sürü yaylımı için elverişliydi.
Çitikebir köyü Fufula ormanından tamamıyla görünüyordu. Tarlalar biçilmiş olduğundan köyün yeşilliği gitmiş, her taraf hozandı. Geniş ve verimli tarlalarında köylüler sonbaharda ektikleri ekinleri haziran-temmuz aylarında orak ve tırpanla biçiyorlardı. Köyde yetişen buğdayın tanelerinin dolgulu oluşu Çit Buğdayı diye yöreye ün salmıştı. Çevre köyler, Çitikebir köyündeki çiftçilerden her yıl tohumluk buğday alırlardı.
Sürü, Fufula ormanından daha sık ve uzun çam ağaçlarının bulunduğu Orta Pağar’a çıkmıştı. Ormanın yabani hayvanlar açısından en tehlikeli yeriydi. Çam ağaçlarının altında yetişen orman gülleri arasına sinen kurtlar her zaman burada pusuya yatarlardı. Önde Akkoç ile giden Alaca, her zamanki gibi dikkatliydi. Birden durdu ve keskin dişlerini göstererek önce hırlamaya daha sonra da havlamaya başladı. Çoban Ali, Alaca’nın neden havladığını anladı.
-Yetiş Karaca, dedi ve Karaca önde o arkada hızlı adımlarla sürüyü geride bırakarak Alaca’nın yanına geldiler. Ortalıkta görünür bir şey yoktu ama Alaca boşuna havlamaz dedi Çoban Ali. Omuzundaki Alaman beşlisini indirdi, hazneye mermiyi sürdü ve havaya bir el ateş etti. Beşlinin sesi, Boziya kıranındaki kayalıklarda yankılandı. Hemen önlerindeki elli-altmış metre yakınlarındaki orman gülleri arasında pusu kuran üç kurt hızla kaçmaya başladılar. Karaca ve Alaca, arkalarından fırladılar. Kurtları bir süre kovaladıktan sonra soluk soluğa Çoban Ali’nin yanına geldiler.
Sürü, yaylımını Çit Düzüne doğru sürdürüyordu. Öğle saatlerinde Çit Düzündeydiler. Çoban Ali çok heyecanlıydı. Gözleri ile çevreyi tarıyordu ama rüyasında gördüğü dünya güzeli yoktu. İlk kez geldiği Çit Düzü tamamıyla çimle kaplıydı. Çimleri yazın güneşi sarartmıştı. Düzlüğün bittiği ve ormanlık alana geçilecek yolun kenarında hayvanların su içmesi için yapılan sulaktan sürüyü sırasıyla içirdi. Suyu içen koyunlar çam ağaçlarının gölgesine geçiyordu. Kısa bir süre sonra sürünün su içmesi bitince çeşmenin yanındaki taşın üzerine oturdu. Yemek yenilmesi için bileği taşının üzerine azık çantasını koydu. Alaca ve Karaca, gözleriyle Çoban Ali’yi takip ediyordu. Çoban Ali de rüyasında gördüğü dünya güzeli kızın geldiği yola sık sık bakıyordu ama hala gelen yoktu.
Anasının Alaca ve Karaca için hazırladığı yemleri her ikisine de eşit pay ettikten sonra kendi azığını da çantadan çıkararak bileği taşının üzerine koydu. Yola bir kez daha baktı. Gelen yoktu. Umudu tükeniyordu. Umudu azaldıkça iştahı da azalıyordu. Yavaş yavaş azığından yemeğe başladı. Gözleri hep o yoldaydı, Haviyana köyünden Çit Düzüne çıkan yol rüyasının gerçek olacağı yoldu. Acıkmıştı ama her zamanki gibi iştahlı yiyemiyordu. Boğazı düğüm düğüm oluyor, zorla yutkunuyordu. Azığını topladı. Çantasına yerleştirdi.
-Bugün iştahım yok, dedi kendi kendine. Sürüye göz gezdirdi. Çam ağaçlarının gölgeliklerine kümelenmişlerdi. Akkoç her zamanki gibi ayakta geviş getiriyordu. Alaca ile Karaca Çoban Ali’nin aksine önüne konulanları iştahla yediler. Karaca yanında kalırken Alaca ise Akkoç’un yanına giderek oturdu. Başını, uzattığı ön ayaklarının üzerine koydu. Belli ki uykusu gelmişti.
Çoban Ali, Haviyana köyünden Çit Düzüne gelen yoldaydı gözleri. Sürekli yola bakması gözlerini yormuştu. Yavaş yavaş kapanıyordu gözleri. Başı önüne düştü. Oturur vaziyette uykuya daldı. Üç ayı aşkındır hiç böyle olmamış, hiç uyumamıştı. Karaca, biraz daha sokuldu ona, o da uzattığı ön ayaklarının üzerine başını koydu. O kadar canlının içinden sadece Akkoç ayaktaydı. Çoban Ali de Alaca da Karaca da derin bir uykuya dalmışlardı.
Kalın zil sesine karışan ince zil sesleri gelir gibi oldu kulağına. Gözlerini araladı. Çevreyi taradı ama görünürlerde bir şey yoktu. Zil sesleri giderek yaklaşıyordu.
-Kalk Karaca, geliyor.
Gözlerini sonuna kadar açtı, Haviyana yolundaydı tüm dikkati. Yol kenarlarında kaç tane ağaç olduğunu bile saymıştı. En önde başında kalın ses çıkarak zil ile birlikte kendi koçuna benzer bir koç göründü. Arkasından koyunlar. Otuz-Kırk kadar vardılar. Hemen arkasında ise rüyasında gördüğü o dünya güzeli kız vardı. Koyunlar çeşmeye yönelince Karaca ayağa kalktı. Kızın yanındaki köpeği görünce dişlerini göstererek hırlamaya başladı.
-Sus Karaca, gelen rüyamdaki kızdır, sesini çıkarma.
Aman Allah’ım rüyanda gördüğüm kızdan daha da güzel bu gelen kız. Sen nelere kadirsin Yüce Rabbim. Bu ormanlarda böyle güzel kızın ne işi var? Rüyadaki gibi gözleri kamaşıyordu kızın güzelliği karşısında. Bakamıyordu.
-Ne o Çoban, hiç mi yabancı birini görmedin? Ne öyle diktin gözlerini bakıyorsun?
Cevap veremedi. Kalkmak istedi, kalkamadı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. İçine kızgın korlar düşüyordu. Yüreğinin çarpıntısını duyuyordu. Ellerini önündeki bileği taşına vererek zorla ayağa kalktı. Dizlerini bir süre düzleyemedi. Sanki dizlerinin bağı kopmuştu.
-Çeşmenin başından çekilsen iyi olur. Koyunlarımı sulayacak, yemeğimi yiyeceğim.
Çoban Ali, bu kez zorla da olsa diklendi.
-Buyur gel, ben de kalkıyordum zaten. Sürüyü yaylıma sürecektim.
“Yakışıklı oğlan. Babayiğit birine benziyor. Duyduğum doğruymuş demek. Böyle yakışıklı, boylu poslu, kara kaşlı, kara gözlü babayiğide kim aşık olmaz ki? Beni görünce dizlerinin bağı çözüldü. Güzelliğim çarptı onu, onun yakışıklılığının beni çarptığı gibi. Ne yapsam acaba, birlikte yiyelim desem mi? Yok canım, daha yeni gördüm. İn midir cin midir belli değil. Rüyamda gördüğüm oğlana ne kadar da benziyor. O mu acaba? Odur o, daha kim olacak ki?”
-İstersen birlikte yiyelim çoban. Bugün anam kaymak koydu azık çantama. Bizim köyün kaymağından yemiş olursun.
-Sağol, biz az önce yedik!
-Olsun sen de az yersin.
-Sürüyü yaylıma kaldıracağım!
-Yaylım saatine daha var.
Koyunları çeşmenin sulağından içerken o da azık çantasındakileri bileği sofrasının üzerine çıkardı. Çoban Ali’ye baktı:
-Gel otur, çekinme. Ben bu ormanları çok gezdim, çok bilmediğim insanlarla tanıştım. Azığımızı paylaştık. Gel seninle de paylaşalım.
-Peki! diyebildi.
Yavaşça güzelliğine hayran olduğu kızın karşısına oturdu. Gülşah, Çoban Ali’nin önüne ekmek koydu.
-Al, batır kaymağa ye. Ben çok severim kaymağı.
-Ben de.
Gülşah, önündeki salatalığı tam ortasından ikiye böldü, yarısını Çoban Ali’ye uzattı.
-Ben salatalığa tuz vurmam, tuzsuz daha taze geliyor bana.
-Öyle.
-Benim adım Gülşah. Senin ki?
-Ali.
“Gülşah”. Güllerin şahı. Gerçekten de güllerin şahı. Baksana saçlarına beline kadar iniyor. Mavi gözler, sarı saçlar. Ben kalksam iyi olacak.
-Sen hiç konuşmaz mısın Ali?
-Konuşurum.
-Konuşurum diyorsun da ağzından kelimeler tek tek çıkıyor.
-Bilmem, birden şaşırdım da.
-Niye şaşırdın?
-Onu da bilmiyorum.
-Kaval da çalıyorsun?
-Evet.
-Ben de çalarım. Yemeğimizi yedik, ayrılmadan önce kavalını dinlemek isterim.
-Şimdi mi?
-Evet, başka zaman ya karşılaşırız ya karşılaşmayız.
-Ben yirmi gün bu güzergahta koyunları otlatacağım.
-Yani diyorsun ki, sen de gelirsen karşılaşırız.
-Öyle.
-Peki, çal bakalım bir hava da ondan sonra ayrılırız.
-Peki.
Gülşah’ın teklifi çok hoşuna gitmişti. Ona öyle bir hava çalacağım ki, içine benim içime düşen ateş gibi ateş düşecek. İçi kızgın demirin koru gibi yanacak. Öyle de oldu. Çaldığı yanık hava karşısında bu kez dizlerinin bağı çözülen Gülşah oldu. İçine kızgın kor düşmüş gibi oluyordu. Gözlerini kavalın delikleri üzerinde oynayan Ali’nin parmaklarına bakıyordu. O, gözlerini kapatmış, kendisini çaldığı yanık havaya kaptırmıştı. Nice sonra kavalını indirdi. Gülşah’la göz göze geldi. Birbirlerinin içine akıyorlardı. Yürekleri kıpır kıpır oluyordu. Kirpik bile vuramıyorlardı. Kirpik vururlarsa gördükleri gerçeğin yok olacağını sanıyorlardı.
-Çok güzel çalıyorsun Çoban Ali. Ben de çalıyorum ama ben senin çaldığının yarısını bile çalamam.
-Çok sağ ol, beğendiğine sevindim.
Bu kez daha derin baktılar birbirlerine. İçlerini saran aşk alevi dünyayı unutturmuştu onlara. Patlayan silah sesi ile ayıldılar.
(Devamı var)