Gülşah’ın her şeyi taksim etmesi, kendi hissesine düşenleri alacak olması Haviyana köyünde yediden yetmişe herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Duyanlar inanamıyordu. Bugüne kadar köyde böyle bir şey olmamıştı. Hiçbir bekar genç kız, baba ocağından koca ocağına giderken, evde ne var ne yok taksim etmemişti. Nereden çıktı bu taksim etme işi? Bu kadar güzelliğin altında şeytan mı gizliydi diye düşünüyordu herkes.
-Yazık, çok değerli bir babası vardı.
-Evet.
-Toprağına söz gitmesin ama kızının böyle yaptığını sağlığında görseydi, kahrederdi.
-Feride kadın iyice yıkıldı.
-Kızının evlenip gitmesine mi üzülsün yoksa her şeyi taksim etmeye mi?
-Zaten garibanlar.
-Ne var evlerindeki birkaç kap kaçaktan başka?
-Şeytan bu kız şeytan.
-Şeytanın ta kendisi.
-Ben evlenirsem evden çeyizimden başka bir şey götürmem.
-Ben de kız ben de.
-İyi ki evleniyor.
-Evlensin de gitsin bu köyden.
-Gitsin.
-Gitsin.
-Bir daha da gelmesin.
-Gelmesin.
-Gidişi ola da gelişi olmaya.
-Olmaya.
-Vay geldi kaynanasının başına.
-Hiç sorma.
-Oğlana da yazık olacak. Neydi adı?
-Ali.
-Çok da yakışıklı.
-Onun için kocaman sürüyü su içirmeden karşıya geçirdi.
-Çoluk çocuk hepimizin ağzı açık kaldı.
-Sürü su içsin diye habire tuz yedirdi sürüye.
-Yok yok bu kız bir şeytan.
-Uzak duralım.
-Duralım.
-Ben düğününe gitmeyeceğim.
-Ben de.
-Ben de.
-Hep kızlar karar verelim, gitmeyelim düğününe.
-Gitmeyelim.
-Olmaz.
-Neden?
-Feride ananın hatırı var kızlar.
-Doğru dersin.
Haviyana muhtarı İsmail de duyduklarına inanamadı. Eski köye bu kız yeni kanun mu getiriyor, diye kara kara düşünüyordu. Mabeyindeki peykenin üzerine uzandı. Başının arkasında ellerini kavuşturdu. Karısı Cemile onu bu halde görünce sormadan edemedi.
-Hayırdır muhtar, ne düşünüyorsun?
-Ne düşüneyim hatun, hiç böyle bir şey olabilir mi?
-Ne olabilir mi?
-Ne demek her şeyi taksim etmek? Bu köyde şimdiye kadar böyle bir şey olmadı. Nereden çıktı her şeyi taksim etmek. Sanki gideceği koca evinde yokmuş gibi.
-Topal Ömer duysa kesinlikle bu kızı oğluna almaz.
-İş işten geçti hanım. Bir hafta sonra düğünü var. Bundan sonra yapılacak bir şey yok.
-Doğru dersin. Doğru dersin de inşallah bu köyümüzde alışkanlık haline gelmez.
-Gelmez gelmez.
Sonbaharla birlikte havalar da soğumaya başlamıştı. Kapı önlerinde oturmalar yerlerini özellikle köylük yerde mabeyinlerde yanan sobaları aldı. Feride hatun, kızının “her şeyi taksim edeceğiz” sözlerinden sonra konuşmaz olmuştu. Sararan rengi bir türlü eski sağlığına kavuşmuyordu. İçten içten ağlıyor, kızlarına belli etmiyordu. Bir şeye ihtiyacı olursa kalkıp kendisi alıyor, kızlarını buyurmuyordu.
Mabeyin sıcaktı ama o üşüyordu. Oturduğu peykeden kalktı, akşam olmadan sobanın etrafına dizdiği odunlardan birkaç tane daha attı sobanın içine.
-Ana, bize niye demiyorsun, biz atardık odunları, dedi Elif.
-Sıcak olursa odaların kapısını açın ısınsınlar.
-Olur ana.
Havanın serin olmasına karşın Gülşah, omuzuna aldığı atkı ile çardağın altında oturuyordu. Sıcağın verdiği etkiyle anaları Feride kadının uyumaya başlaması üzerine Elif ile Sümbül de dışarı çıkıp ablalarının yanına geldiler. Bir süre Çit Düzünden batmak üzere olan aya baktılar. Onun verdiği aydınlık ile Gülşah’ın yüzünü görüyorlardı. Dünya güzeli Gülşah’ın da yüzü gülmüyordu. Evlenip köyden ayrılmaya mı üzülüyordu, yoksa bir aksilik olup çok sevdiği Ali’sine kavuşamayacak mıydı? Düşünceli hali Elif’in dikkatinden kaçmadı.
-Abla.
-Hı.
-Ne düşünüyorsun?
-Hiç, ne düşüneyim? Öyle dalmışım.
-Bizim yanına geldiğimizden bile haberin olmadı abla hem anamı hem de bizleri üzüyorsun. Ne mutlu sana evlenip sevdiğine kavuşacaksın.
-Öyle mi dersin? Benim içimde kavuşamayacağız diye bir his var kızlar.
-Deme öyle abla. Bugüne kadar hiç sorun çıkmadı. Bir hafta sonra da düğünün olacak. Bizi bırakıp gideceksin.
-Siz de bir gün gideceksiniz.
-Ben gitmeyeceğim, dedi Sümbül, ben anamı yalnız bırakmayacağım. Gitmeyeceğim için de kabı kaçağı taksim etmeyeceğim. Benim kaşığımı yarından tezi yok anama vereceğim. Onun eski kaşığını ben kullanacağım.
-İyi edersin.
-Abla.
-Söyle.
-Anam çok üzgün.
-Niye? Evlenip gideceğim diye mi?
-Yok, ondan değil.
-Ya neden?
-Şey… Şu her şeyi taksim edip kendi hissene düşenleri alacaksın ya.
-Eee?
-Ona çok üzülüyor… Ayrıca…
-Söyle.
-Ayrıca… Köyün dilindesin.
-Nedenmiş?
-Herkes senin için eski köye yeni kanun getiriyor, diye konuşuyorlar.
-Bak sen… Ben bir şey yapmadım ki, sadece hisseme düşenleri alacağım.
-Almasan olmaz mı? Anamız üzülmesin.
-He abla, almasan, diye söze karıştı sümbül.
-Zaten bir şeyimiz yok.
-Ben hepsini almıyorum ki, bana düşenleri alıyorum. Size düşenler size kalıyor.
-Olsun yine abla… Gel bu taksim işinden vazgeç.
-Olmaz… Ben taksimatı yaptım. Yükümü hazırladım. Gelin olup kapıdan çıkmadan önce hisseme düşenler katırlara yüklenecek.
-Sen bilirsin abla.
Xxx
Değirmenci Ahmet, seksen yaşını geçmesine karşın hala dinç görünüyordu. Çitikebir köyünün tek değirmencisiydi. Onun öğüttüğü buğdayı kimse öğütemiyordu. Çevre köylerden bile onun değirmenine buğday öğütmek için geliyordu. Her bir torba buğdaydan, köylülerin adını koyduğu bir gebiç alıyordu. Bu da hemen hemen iki kilo buğday demekti. Köylülerin buğdaylarını öğüttükten sonra kendi ihtiyacı olan buğdayları öğütüyor, artanı satıyordu.
Sabahtan beri diline doladığı bir türküyü söylüyordu:
Oy Kankana Kankana
Gel gidelim ormana
Bu kız hiç yakışmıyor
Ha bu bizim oğlana.
Sabahtan beri aynı türküyü defalarca dinleyen Zazal Ömer:
-De yeter daha, nedir sabah budur aynı türküyü söyler durursun.
-Al şu çayı Zazal, rahatsız olduysan gidebilirsin, seni burada tutan yok. Eski köylere yeni kanun geldi biliyor musun?
-Ben cahil adamım kanundan ne mi anlamam. Neymiş yeni kanun?
-Şu Topal Ömer var ya.
-He var, çok iyi tanırım.
-Onun oğlu Ali de var.
-Biliyorum, geçen gün tuz yemiş sürüyü su içirmeden karşıya geçirdi.
-He işte. Onun alacağı kız.
-Ne oldu kıza?
-Bir şey olmadı da evde ne var ne yok hepsini taksim ederek kendine düşenleri almış.
-Deme… Nasıl olur? … Ben bu yaşıma geldim böyle bir şey duymadım.
-Ben duydum mu sanıyorsun? Meğer o güzelliği altında şeytan gizliymiş.
-Çok da güzel.
-Batsın öyle güzellik. Tanırım babasını. Çok buğday öğütmeye gelmiştir. Oturur sohbet ederdik onunla. Zar zor geçinir giderdi kimseye muhtaç olmadan. Sonunda ormanda kestiği ağacın altında kalarak canından oldu. Öyle adamdan böyle bir çocuk olmasına şaşırdım doğrusu. Zaten ne olduğunu ileriye şart sürmesinden belli oldu.
-Doğru dersin.
-Şimdi de bineceğim at, Zermut’taki gölde yıkanacak diye şart sürdü ileriye.
-Deme?
-Ya… At yıkanmadan ben o ata binmem diyormuş.
-Allah Allah… Ne biçim kız bu?
-Dedim ya eski köye yeni kanunlar getiriyor. Vay geldi başımıza. Bir hafta sonra da düğünü var. Gitmeyi düşünmüyordum ama Topal Ömer’in hatırı var.
-Git git. Senin sözün dinlenir bilirsin.
-Mecbur gideceğim ama gelini almak için Haviyana’ya gitmeyeceğim.
-Gitme, gençler gitsin.
-Öyle olacak. Hele dur çay soğumadan birer bardak daha içelim.
Değirmen taşlarının çıkardığı ses insana tatlı bir uyku veriyordu. Çit Deresinin berrak suyu ile dönen değirmen çarkı haziran ayının başından beri hiç susmamıştı. Köylüler harmanlardan sonra değirmene getirdikleri buğdaylarını sıra ile öğüterek ambarlarına koyuyorlardı.
Öğütülen buğdaydan çıkan unun tekrar taşın altına girmemesi için sık sık çekerek öndeki teknenin içerisine yaymak gerekiyordu. Teknede fazla un yığılmadan torbalara konulup ağızları bağlanıyordu. Öğütme işine ara verilmeyecekse sıra ile geceleri de nöbet tutuluyordu.
(Devamı var)