“Şahadet muştusunu gül şerbeti yudumlar gibi kana kana içen 12 Eylül’ün bütün hüzünlü çocuklarına”
Her eylem yeniden diriltir beni
Nehirler düşlerim göl kenarında
Mehmet Akif İNAN
Gece hüznünü çekerken Karadeniz’den o yaşlı gözlerini çok çok uzaklara çevirmiş Trabzon Sülüklü Mezarlığı’nda yan yana uzanmış iki evladı Hasan ve Hüseyin’inin mezarları üzerine mütemadiyen gözyaşlarını döküyordu. Öte yandan Karadeniz guruba dalmış, yer yer yakamozlar göz kırpıyordu uzaklardan. Ve çok daha uzaklarda gök ile denizin vuslata erdiği ince çizgide bir balıkçı teknesi vuslatını bekler misali ağlarını dantelâ misali örmüştü Karadeniz’in üzerine. Diğer yanda ardında balondan köpükler bırakarak menziline varmak için ha gayret diyen balıkçı tekneleri. Ve onların peşinde paylarına düşen balıkları almak için kanat çırpan, çığlık çığlığa martıların seyrüseferi lacivert gökyüzünde.
Ve biraz doğrularak evlatlarının mezarı üzerinde öbeklenen ayrık otlarının arasında boynunu iki yana bükmüş kırmızı güllere uzanıverdi yorgun ve nasırlı elleri. Okşadı evlatlarının saçlarını okşar gibi, ta içinin derinliklerine çekti kan kırmızısı güllerin kokusunu. Eğildi toprağa ve evlatlarının kokusunun sindiği kara toprağı doyasıya uzun uzun öptü, öptü. Derin bir nefes alarak evlat kokusunu çekti yaslı ve yaşlı yüreğine. Bir gülü, bir yayla çiçeğini, bir derin hasreti öper gibi, koklar gibi. Ve ardından zaten dehlizinden fırlamak üzere olan gözyaşları sağanak misali döküldü genç yaşta toprağa verdiği iki evladının üzerine.
Besbelli hayat değildi onun belini büken. Kardeşi kardeşe vuran kanlı ellerin senaryosuyla içimizde fitne üreten şer odakların vur emri ile aynı silahın kurşunlarıyla ikiye böldükleri güzel vatanımızda kardeşleri adeta birbirlerine kırdıran sistemeydi bütün hıncı. Hain elleri dışarıda etkileri içimizde olan bu sistem evladı evlada kırdırıyor, sebepli sebepsiz terörün kıvılcımlarını yakıyordu. Sorgusuz ve sualsiz hemen her gün gencecik fidanlar dalından koparılıyor, anne ve babaların feryadı figanı yeri göğü inletiyordu. Hemen her acılı baba gibi o da bir babaydı ve henüz hayatlarının baharında dağ gibi iki yavrusunu vermişti kara toprağın bağrına.
Arkasında sessizce dikilivermiş o hazin manzarayı, baba ile evlatlarının vuslatını bozarım endişesiyle adeta taş kesilmiştim. Sırtı bana dönük olan bu babanın acısını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu. Ve bir müddet sonra dizlerimin üzerine çömelerek çok çok ötelere çocukluğumun en hüzünlü o sayfalarına doğru yelken açtım.
Yıl 1977. Hazan mevsiminin ilk satır aralarında Rahmetli Kör Fayık Emminin çift kabin emektar kamyonu üzerinde Gümüşhane’den en yakın gurbetimiz olan Trabzon’a göç hikâyesinin sessiz tanıklarından biriydim. Bir umuttu besbelli ve babam Hoca Hamal Ahmet kaderini ve kaderimizi değiştirecek o çılgın hareketi başlatmış ve ilk adımını atmıştı. Trabzon Arafilboyu Mahallesi her Gümüşhaneli gibi bizimde mekânımız olacaktı. İki kişinin yan yana geçemeyeceği şekilde dar ve dik merdivenli sokağımızdan rutubet kokusunu taze ciğerlerimize çeke çeke otuz metrekarelik evimize varışımızı asla unutamıyorum.
Yıllar yılları takip ederken ben bu mahallenin kesif atmosferine çoktan alışmıştım. Trabzon’un güneyinde sırtını Boztepe’ye vermiş olan Arafilboyu Mahallesi adeta tarihin içinden çıkmış kartpostallar misali insanı cezbeden bir yapıya sahipti. Çocukluğumun en güzel ve belki de en hüzünlü günlerini bu mahallede yaşadım. Rengârenk akasya çiçeklerinin efsuni kokusunu ciğerlerine çekerek Arnavut taşlı yollardan geçip birbirine sırtını vermiş bu yıkık dökük evlere varmak için dar sokaklarda dimdik merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Yosun, küf ve rutubet kokan bu dar sokaklardaki mütevazı evlerde oturanların tamamına yakını Gümüşhaneliydi. Kimi sepet hamalı, kimi seyyar satıcı ve birçoğu da inşaatlarda usta ve amele olarak çalışıp evlatlarının kaderini değiştirmek adına gayret gösteriyordu.
Beyaz şavrole taksisiyle Şaban Amca, Bakkal Ali Rıza Amca, Sarhoş İsmail, Takoz Burhan, Hacı Murat, babam Hoca Ahmet, Köfteci Basri Aga, Hacı Anne ve diğer birçok Arafilboyu objesiyle süslenen çocukluk günlerimde her şeye rağmen mutluydum, umutluydum. Trabzon Melek Sineması ve yazlık sinema önlerinde Zagor, Teksas ve Tommiks okur, karaborsa bilet satardım. Tarkan, Malkoçoğlu ve Battal Gazi filmlerini hiç kaçırmazdım.
Arafilboyu Mahallesi’nin belki de en renkli siması olan Gümüşhaneli Ali Rıza Kalaycı gaz ve bisküvi kokan mütevazı bakkaliyesinde hayatını idame ettiriyor ve iki evladını üniversitede okutmanın gurur ve onuruyla gözleri ışıl ışıldı. Parası olsun ya da olmasın o tüm mahalle çocuklarının adeta kahramanıydı. Onun o nurlu yüzünü ve iki bisküvi arasına sıkıştırıp bize ikram ettiği sade lokumun tadını bugün hala dişlerimin vuslatı olarak gözyaşlarıyla hatırlıyorum.
Ali Rıza Amcanın ikiz evlatlarından biri Hasan diğeri ise Hüseyin’di. Zaman zaman gaz lambasının isli aydınlığında ders yaparak Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni kazanmıştı evlatlarının ikisi de. İkisi de pırıl pırıl, ikisi de gelecek vaat ediyordu. Merhametli, çalışkan ve bir o kadarda dürüsttüler. Evden okula okuldan eve bir mütevazı hayatın içinde şekilleniyordu hayalleri. Ve o hayallerinin peşinde olağanüstü gayretleri vardı.
Babam sepet hamallığı yapıyor ve bende Maşatlıktaki Üniversite İlkokulu’nda dördüncü sınıfa gidiyordum. Harçlığımı çıkarmak için öğleye kadar ayakkabı boyatıyor öğleden sonra hayallerimin tek çıkar yolu olan okuluma devam ediyordum. Kardeşlerim gibi bende başarılıydım. Akşamları ödevlerimin içinden çıkamayınca Hasan veya Hüseyin Abiden yardım alıyordum.
Ve her akşam karanlık çökünce sokağımıza bir başka hüzün kaplıyordu bedenimi. Yer yer kurşun sesleri ile adeta gecenin sessizliği yırtılıyordu derinden. Tatlı rüyalarımızdan acı bir sala sesi ile uyanıyorduk. Hemen her gün bir cenaze kalkıyordu mahallemizden. Trabzon Bahçecik, Sülüklü ve Boztepe Mezarlığında yer kalmamıştı. Ağıtlar, feryatlar, garğışlar birbiri ardına dökülüyordu lacivert gökyüzünden. Kahrolsun yazıları yazılıyordu evlerimizin duvarlarına. Bir sabah uyandığımızda o yazılan yazılar siliniyor; akşamın karanlığında bir başka fırça ve bir başka renkle yine bir başka kahrolsun yazısı yerini alıyordu. Bu böyle devam ededursun biz karne ile Çolağın Fırını’nda ekmek nöbeti bekliyorduk. Upuzun yağ, gaz, şeker, çay ve sigara kuyrukları bitmek bilmiyordu. Tüp karaborsa, sigara karaborsa, yağ yok, un yok, tuz yok, gaz yok, tüp yok. Bu kadar yokluğun gölgesinde var olan sadece ölümler ve ardında bıraktığı hüzünlü gözyaşları vardı. Niçin ölüyorlardı, kimler öldürüyordu soran yok, gören yok, bilen yok. Siyah beyaz televizyonlarda hep acı, hep ölüm, hep yokluk haberleri dönüp duruyordu.
Ve o yetmişli yılların sonlarında hatırımda kalan en güzel fotoğraf Trabzonspor’un anlı ve şanlı başarıları idi. Ayakkabı boyattığım kahvelerde boy boy Trabzonspor posterleri duvarları süslüyordu. Ve ben Hüseyin Avni Aker Stadında bir yandan simit, su ve sakız satarken diğer yandan o muhteşem kadronun muhteşem zaferlerine tanıklık ediyordum. Şenol Güneş’i, Ali Kemal’i, Dozer Cemil’i, Deli Bekir’i izlemek apayrı bir zevk, apayrı bir heyecandı bizim için.
Ardından o sihirli rüyadan uyanıyor ve yine ölümlerin, yokluğun, sefaletin kol gezindiği Trabzon sokaklarında kardeş kavgalarına şahit oluyordum. Hemen her sabah camiden bir sala veriliyor, hemen her sokaktan bir feryat ile bir cenaze konvoyu çıkıyordu. Ellerinde pankartlarla bir sokaktan diğerine kahrolsun naraları ile giren kalabalıklara ara sokaklardan taşlar atılıyor, kurşun sıkılıyordu. Kurşunu atan ile yiyen maalesef kardeşti, akrabaydı, arkadaştı. Trabzon Maraş Caddesi’nde, Uzun Sokak’ta, Kunduracılar Caddesi’nde, Moloz’da, Faroz’da, Arafilboyu ve Kalkınma Mahallesi’nde kahvehaneler basılıyor ve bombalanıyordu. Ve ben sırtımda kiloma denk ağırlıkta taşıdığım boya sandığı ile kurşun sesleri altında ekmek parası kazanmak için cadde ve sokaklarını arşınlıyordum Trabzon’un.
Ve seksen yılının bir yorgun akşamında okul dönüşü ekmek almak için Ali Rıza Amcanın bakkalına girdiğimde Hüseyin ağabeyin kanlar içindeki bedeniyle karşılaştım. Beyaz gömleği alkanlara boyanmış kapının ardında upuzun yere yığılmıştı. Ağzının kenarında gül şerbeti kıvamında bir akıntı. Yüzünde Muhammedi bir gülümseme, şahadet mertebesine uzanışın sessiz bir fotoğrafı, şeksiz ve şüphesiz bir teslimiyet. Tezgâhın üzerinde sağa sola serpilmiş ders kitabı ve ders notları. Feryadı figanım gökleri bulmuş olacak ki biraz sonra tüm mahalle bakkala doluşuverdi. Ağlamalar, feryatlar, kahrolsun nidaları ve dualar biri birine karışıvermişti. Ali Rıza Amca adeta taş kesilmiş, o dev gibi adam küçülüvermiş adeta bir yumruk misali dükkânın orta yerine yığılıvermişti. Yüzü kireç gibi, dilleri lal, gözleri adeta kör olmuştu.
İskenderpaşa Camii’nin musalla taşında bir tabut; tabutun önünde Ali Rıza Amca ağlıyor ve gözyaşları sanki benim yüreğime dökülüyordu. En karasal iklimlerin parçaladığı mahzun yüreğim bu kadar acıya alışık değildi. İçimde ki o masum ve mahzun çocuk gidenlerin ardından feryadı figan ediyordu. Tekbirler ve dualar arasında toprağa verdiğimiz Hüseyin Ağabey kaçıncı kurbanıydı bu zalim sistemin bilinmez. Bir varsın ve bir yoksun muhasebesiydi yaşananlar. Tüm anne ve babaların titrek dudaklarından sadece ve sadece; “Firavun’un zulmünden Musa’yı koruyan Allah’ım, evlatlarımızı sen koru” diye dualar dökülüyordu. Birlikte yaşanan o güzel günler mazinin tozlu raflarında kalırken ilerisi adeta kör karanlıklardan ibaretti.
Kim neden yapmıştı. Hüseyin Ağabey gibi hayatının henüz ilkbaharında olan tertemiz bir insanı niçin öldürmüşlerdi? Onun kime ne gibi bir zararı olabilirdi ki? Sorular kaç gün kaç gece kemirdi durdu beynimi. Ali Rıza Amca birkaç gün sonra kendine geldikten sonra ilk işi diğer yavrusu Hasan’ını okuldan alıvermek olmuştu. Bakkalın karşısındaki yorgancı; “Ben öldürenleri gördüm” dedi demesine de ertesi sabah yorgancının dükkânının kepenginde kan kırmızısı boya ile yazılmış “sende öleceksin yorgancı” yazısı ile irkildik. O günden sonra zaten yorgancıyı da göremedik o sokakta. Ve bir zaman sonra yorgancının cansız bedenini gördüler sokağın bir diğer başında.
Günler aynı seyrinde birbirini kovalayıp duruyor ve hiçbir şey çözülmüyordu. Bombalar, baskınlar, yürüyüşler, marşlar, tekbirler, kahrolsun komünizm yaşasın faşizm veya tam tersi sloganlar, çatışmalar, yaralanmalar, ölümler ve ardından her sabah, her öğle vakti duyduğumuz yürekleri yakıp kavuran sala sesleri. Ardından sokaklarda, mezarlıkta ve evlerde yükselen acılı ağıtlar, beddualar ve Kuran sesleri. Ve tüm bu acıların gölgesi altında şekillenen çocukluğumuz, yerle bir olan ruhsal yapımız ve körlenen hayallerimiz.
Beş altı ay geçmeden bu seferde Ali Rıza Amcanın diğer ikiz oğlu Hasan’ını da kopardılar dalından. Bir gül şerbeti daha dökülüvermişti hayallerimizin üstüne. Aynı yıl içinde ikinci evladını da toprağa veren Ali Rıza Amca tamamen yıkılıvermişti. Hemen her şeye küsmüş hayatın onun nazarında hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı. Teröre, kardeşi kardeşe kırdıran bu zalim sisteme beddualar etti, günlerce ağladı göz pınarlarındaki rahmet kuruyana dek. Göz kapakçıkları ağlamaktan şişmiş etrafında mor halkalar apayrı bir hüznün adeta dantelâsı olmuştu. Beş vakit namazında duadan başka yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Ellerini Yaradan’a uzatmış memleketin selametine, huzur ve refahına, kardeş katliamının durması için yalvarıyor ve yakarıyordu.
Ve nihayetinde Türkiye’nin ruhsal travma tarihinin unutulmayacak bir miladı olarak 12 Eylül 1980 sabahını gören yüreğimizden etkilenen minik gözlerimiz koskocaman olmuş o kanlı tarihin sayfalarını hatıralarımızda silinmez izler bıraktığının farkında bile olamayacağımız o güne tanıklık edip siyah beyaz televizyonlarda; “Türk Silahlı Kuvvetleri, Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle ülke yönetimine el koydu” sesi ile yeni bir döneme şahitlik etmiştim.
Ve bu tarihten sonra hemen her evden birkaç kişi sorgu ve sualsiz olarak alınıp götürülmeye başlandı. Gidenlerden ne bir haber ne de bir ses alabiliyorduk. Televizyonların beyaz ekranında darbe yapanların kanlı gözlerini ve hemen her gün ölen, öldürülen insanların cenazeleri izleyebiliyorduk. Sokağa çıkamıyorduk. Her sokağın başında askerler vardı ve “dur” diyorlardı. Tam bu kaostan kurtulduk diye sevinirken bu seferde dur ihtarına uymayanların ölüm haberleri gelmeye başlamıştı. Ve ardından duyduğumuz işkence haberleri yaramıza adeta tuz biber ekiyordu.
12 Eylül sabahı henüz dünyaya gelmemiş olan çocukların hatıraları vardı sokaklarda. 12 Eylül’ün akşamında sorgu ve sualsiz giden babalarının ardından ağlayan çocukların, gözü yaşlı annelerin ve babaların ahu figanları vardı her bir tarafımızda. Evladını kanlar içinde bir otobüs durağında bulan, uzun ve sancılı bir sorgu aşaması sonrasında kaybolan psikolojiler, ortadan kayboluşlar, zindanlar ve prangalar. Taş duvarların arasında üşüyorum diyen alperen yürekler düşüyor hafızama. Adeta iğne deliğinden geçiriyor sevdalar. Ve hasret oluyor tüm genç kızların çeyizlerinin desenleri. Acılar birikiyor yavukluların parmaklarının uçlarına. Ve gözyaşlarıyla ıslanıyor kanaviçeler. Kasnaklarda geriliyor hatıralar ve ölüm nakışları dökülüyor bembeyaz bezlerin üzerine kefen misali.
12 Eylül kimleri etkilemedi ki? Kaç yüreğin kalemini kırdılar kim bilir? Her gün kanayan yürek yaralarına yenileri eklenirken yangın yeri olan yüreklere su yerine benzin dökülüyordu. Ve hayat tüm şiddeti ve dehşetiyle minik omuzların adeta üzerine çöreklenmişti. Gıcırtıyla açılan kapılar tamamen kapandıktan sonra her hanede bir gurbet türküsü yankılanır olmuştu. Babasına sarılamayan sarılma fırsatı verilmeyen çocukların ve evladını son bir kez kucaklayamayan anne ve babaların hüzünlü öyküsüydü yaşananlar.
Gidenlerin ardından ne bir tas su dökülmüştü. Annelerin ve çocukların gözyaşlarına prangalar vurulmuştu. Uykular harami ve derbederdi duygular. Boyları pencerelere uzanamayan çocukların gözyaşları ıslatıyordu perdeleri. Kırık camlarda bir kırık buğu ve hanelerde bir ölüm havası hâkimdi. Çocuklar babalarının, genç kızlar yavuklularının hayallerini tavan arasına kaldırmış tüm hicranlarını yüreklerine hapsetmişlerdi. Yalnızlıklar ve keşkelerle biriken birbirinin aynısı günler boğuyordu bütün düşleri. Babalar ne sünnet düğününde ve ne de bayram günlerinde olamamıştı evlatlarının yanında. Genç kızlar babasız yapmışlardı düğünlerini. Evlatlarının büyüdüklerini göremedi babalar.
Yıllar sonra ne değişti bilmem? Hangi çözümler yatırıldı masaya? Hangi fikir değer buldu atmosferinde? O zaman kardeşi kardeşe kırdıran, kardeşlerin arasına giren sağ ve sol belası bugünde Türk ve Kürt, Alevi ile Sünni ayrımcılığı çıktı karşımıza. Maşa aynı maşa, el aynı el, yem aynı yem av ise farklı farklıydı. Aynı vatan toprakları üzerinde bir araya gelemeyen kardeşlerin arasına atılan nifak tohumları maalesef bir yerlerde hayat buluyor ve güzel memleketimiz içinden çıkılamayan badirelerle bocalayıp duruyordu.
Tam otuz bir yıl geçti o kanlı hatıraların üzerinden. Zaman kum saatinin içinde birbiri üstüne yığılıverdi. En sahte tebessümlerini giyindi sözcükler. Sen-ben savaşı bitmedi henüz ve yer ve mahal değiştirerek yarınlara bugünden açıyor gözlerini. O günden bugüne kaç hükümet, kaç ideoloji, kaç zemheri ve kaç bahar gelip geçti bilinmez. Kaç takvim yaprağı düştü dalından. Kaç mazlum yürek kabuk bağladı. Kaç genç fidan toprakla hasbıhal etti. Kaç anne ve babanın gözyaşları kurudu dehlizinde. Kaç göze misali çağlayan gözlerin rahmeti çekildi kılcal damarlarından. Kaç zemheri kovalayıp durdu kaç baharı, kaç bahar yaz mevsimine uzatıverdi ellerini ve kaç hazan mevsimi döndü çarkıfelek misali üzerimizde kim bilir.
Şimdi o günleri, Arafilboyu Mahallesi’nin o nostaljik manzarası içinde Gümüşhaneli Ali Rıza Amcanın ikizleri Hasan ve Hüseyin Ağabeylerimi hatırladıkça yüreğimin en ücra köşesine bir ateş düşüyor. Ve bu şehirden kaçarak kurtulduğumu zannettim acı hatıralardan kurtulamıyorum. İster istemez her Trabzon’a varışımda ayaklarım Arafilboyu Mahallesi’ne doğru yöneliyor. Bütün kapılarını kapatıp gönlümün kifayetsiz dolaşıyorum sokak aralarında ve beni boğuyor her adımımın tak tak ayak sesleri. Ve o günün gecesinde karabasan misali uykularımı bölüyor gulyabaniler. En devrik kelimeleri vurup heybeme her adım başında Arafilboyu’nun o küf kokan Arnavut taşlı sokaklarında yitirdiğim değerleri arayıp duruyorum.
İbrahim misali mancınıkla nara atılır mağrur yüreğim. Serçeler misali gagasında sunduğu hiçbir damla yürek yangınıma kifayet etmiyor. Ve derdime derman olmuyor ilaç niyetine aldığım zehirler. Yüreğimin en karanlık dehlizinde biriktirdiğim sevdaları paylaştım yıllar boyunca. Gagasında su değil sanki hüzün taşıyor ebabiller. Aynaları kırıldı mutluluk denen hatıralarımın. Ayaklarımız takılıveriyor herhangi bir acıya ve üstüne düşüyoruz kendi gölgemizin. Ve yüreğimizin ‘is’ini kaybettik çok zamandır.
Şimdi Ali Rıza Amca heybesinde biriktirdiği Eyüp sabrıyla bugünlere gelmiş, evlatlarına olan vuslatının hayaliyle kefeni koynunda saklı Rabia misali hemen her gün yavrularının mezarı başında ölüm meleğini beklemektedir. Ve o gün yaslı ve yaşlı gözlerinin perdesini aralayarak semaya çevirdi başını. Uzun uzun baktıktan sonra gülümseyerek nasırlaşmış ellerini uzatıverdi lacivert gökyüzüne. Simsiyah bulutlar kükredi birden ve oluk oluk rahmet döküldü Sülüklü Mezarlığı’nın üzerine. Kim bilir belki de bu yağmur ikiz yavrularının gözyaşları ile babalarına gönderdiği bir beyaz dilekçeydi ve bu dilekçeyle ikiz evlatları Hasan ile Hüseyin Kerbela’dan gelir gibi; “Beklettiğin yeter baba, artık gelsene” diyorlardı.
Son düşen cemreyi ayırıp paylarına; doğum ile ölüm vuslatında aynı kaderi paylaşan iki can, ikiz yürek Hasan ile Hüseyin. Kim bilir belki de öteler âleminden, Kerbela’dan Merhum Akif İnan’ın dediği gibi; yüreği yaslı, gözü yaşlı babalarına gönderdikleri beyaz bir dilekçe ile şöyle sesleniyorlardı;
Kurtuluş haberi olsun dünyaya
Ayırma üstümden bir an gölgeni
Not: Bu yazı 2011 yılında Eğitimci-yazar İsmail Hayal'ın Eğitim Bir Sen Mehmet Akif İnan Hatıra Yarışması "12 Eylül Darbe Hatıraları" İl Birincisi olan “Gül Şerbeti” adlı eseridir.
GÜL ŞERBETİ