“Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım”
Bedri Rahmi Eyüpoğlu
Bu yazımı şu anda okuyanlarla birlikte doğduğumuz, ata bağlarımızın olduğu o muhteşem yere yani köylerimize hayalen bir yolculuk yapalım ne dersiniz. Demirören, Tenbeda, Kov, Tezene, Bolodor, Hayekse, Mavrengel veya bir başka isim olsun köyümüz ne farkeder. Benim yaştakiler şöyle bir 35-40 sene öncesine ve daha büyüklerimiz çok daha eskilere gitsin hayal âleminde.
Altı üstü toprak küçücük kerpiç duvarlı evlerimizde merhaba diyorduk sabahın ilk saatlerinde. Hasır üstüne serili yün yataklarında yatıyorduk o zamanlar. Banyo ve tuvalet yoktu ve kerizde yıkıyorduk el ve ayaklarımızı. Annemizin yayıktan yeni çıkardığı tereyağı, çökelik, tandır ekmeği ve kuşburnu marmelatı ile oluşuyordu zengin kahvaltı soframız.
Sabahın erken saatlerinde önümüzde inekler, koyun ve kuzular düşüyorduk abı hayat dağlara doğru. Yol boyunca bir köy türküsü takılıyordu dudaklarımızın arasına. Yol boyunca yemlik, kuzukulağı, mantar topluyorduk. Ve güneş tam tepeye çıktığı vakit bir göze başında açıyorduk heybemizi. Anamızın heybemize koyduğu tandır ekmeği, bir parça golot, yağ ve lor öğle yemeğimizdi. Bir teneke üstünde mantarları diziyor, dört taşın üstünde kurduğumuz ateşte kara demlikle bir çay değil adeta abıhayat içiyorduk.
Uçsuz bucaksız gökler bizimdi. Altımızdaki bin bir çeşit çiçek ve böceklerle süslü bu tabiat bizimdi. Şu şırıl şırıl akan dere, şu heybetli kayalar, kayalar üzerinde zikzaklar çizen çalhancılar (kartal) bizimdi. Ve şu seyrüsefer halindeki pamuk misali bulutlar umutlarımızı taşıyordu hiç bilmediğimiz yapan ellere. Şu üfül üfül esen yeller gurbetteki babalarımızdan haber getiriyorlardı bize.
Henüz bozulmamıştı dünyanın dengesi. O zaman herkes birbirine eşitti. İmece yapılıyordu misal. Öküz arabalarının tekerlerinden çıkan muhteşem melodiye vererek kulaklarımızı mereklere ot taşıyorduk öküz arabaları ile. Harmanlar kuruluyordu. Buğday, arpa ve güzlük başakları doluyordu harman yerine. Patoslar vuruyordu çat pat. Dövenlerle akşama kadar dönüp duruyorduk bir çift öküzün arkasından. Yabalarla savruluyordu gökyüzüne umutlarımız, ekmeğimiz, hayallerimiz. Den ayrı yere, saman ayrı yere yığılıyordu. Paylaşmanın adı olan galmas dediğimiz güzel geleneğimizle harman etrafına doldurduğumuz taslar doluyordu bereketle. Ve o taslardaki buğdaylar aynı tası dolduracak ahlat, erik ve ekşi elma ile değiş tokuş edilirdi çerçilerde.
Eşeğimiz Karakaçan’a yüklerdik buğday güzlük çuvallarını. Değirmende una dönerdi altın sarısı başaklar. Kocaman ambarlarımızda, yüklüklerde saklanırdı unumuz, kumanyamız. Anamız kocaman bir teknede mayalardı hamuru. O hamur geven ve tezeklerle yakılan tandırlarda lavaş, somun, lorlu golok oluverirdi. Evelik dolması, haşıl, borani, güveç, gatıklı çorba, siron ve daha birçok yokluk yemekleri pişiverirdi anamızın dumandan yanan gözlerinin nuru ışığında.
Ne varsa köylerimizde üretilirdi organik olarak. Salı Pazarı’ndan Rahmetli Fayık Emmi çift kabinli kamyonuyla Gümüşhane’den bizlere hayat taşırdı adeta. Karpuzlar küçük ama bal gibiydi. Domatesleri kasalarla alıyorduk. Yumurtamız, yağımız, yoğurdumuz, ekmeğimiz bizim ürünümüzdü. Ya şimdi benim köyümde bir tavuk bile yok dersem inanır mısınız bilmem. İnanın suyu dahi şehirden getirip içenler var ne yazık.
Ya o bayramlar yok mu? Gümüşhane Salı Pazarından babamızın getirdiği gıpgıcır ayakkabılarımızla, elbiselerimizle köyün en renkli figürleriydik biz. Bayram namazı sonrası cami içinde kurulan genmiş halka ile herkes bayramlaşır ve küsler barışırdı. Hoca önde biz arkada köy mezarlığında Yasin okunur ve birlikte dua ederdik. Ellerimizde poşetlerle akşama kadar şeker toplardık. Verilen harçlıklarımızla köy bakkalı Rahmi Emmi’nin dükkânını yol ederdik.
Ve akşamları köy odalarında babam Hoca Ahmet’in yanık sesinden Hz Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı, Yusuf ile Züleyha’nın kıssalarını dinlerdik huşu içinde. İrşadi ve Ağlar Babanın deyişleri apayrı bir keyifti bizler için. Ve gençler ayrı bir köy odasında seyirlik oyunlar oynardı.
Televizyon ve radyo olmadığı için çok erken yatıyorduk. Haliyle erken kalkıyorduk horoz sesiyle. Günler birbirinin kopyası olsa da, sefalet diz boyu fukara boyunlarımızı bükse de bizler çok ama çok mutluyduk. Her şeye rağmen yarınlardan da umutluyduk.
Evet, dün çok mutlu olduğumuz köyler bugün maalesef hayalet köy hükmünde ıpıssız. Gümüşhane’de hemen hemen tüm köy okulları kapalı. Kışın bir iki haneye düştü koca köylerimiz. Mezarlar garip, yaşlılarımızın gözü yollarda gidenlerini bekliyorlar elleri koynunda biçare. Sadece gurbet ellerde edindiğimiz kötü hasletlerin gereği olacak ki kocaman evler ve villalar dikiyoruz köylerimizde. Ve bir ay dur(a)muyoruz içlerinde. Çocuklarımız tamamen koptular köylerden, köylülerinden. Dün imece yapan köylülerimiz bugün kapı komşusunun kapısını çalmıyor artık.
Ve bizim de dilimizde Gümüşhaneli şairin dizeleri kalıyor hüzün tadında;
“Hep terk ettik ard arda,
Vah beni köylerim vah, vah..!”