İnsanın kişiliğinin ve kimliğinin oluşmasında en önemli olgulardan biri hiç kuşkusuz yaşadığı şehirdir. İnsan şehri imar eder, şehirde insanı inşa eder. Böylece şehir insanla; insan şehirle bütünleşir. Bu bütünleşmeden medeniyet doğar, sanat doğar. Zira medeniyet, kültür, sanat dediğimiz şey, bir şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla birlikte oluşturduğu bir birikimdir.
Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri ve saklı köşeleri vardır. Şehri anlatan kelimeler kimi yerde romantiktir, şehri sarıp sarmalar, ona hissettirmeden onun dünyasında dolaşıp durur. Bir bakarsınız meydanlarda, caddelerde, köprülerdedir. Bir bakarsınız arka sokaklarda, kuytu köşelerde ya da şehrin vitrinindedir, bir şairin dilindedir. Şehir yazan için bir lisandır, bazen destandır bazen de menkıbe. Bir roman olur bazen, bazen de bir hikâye.
Kadîm şehirler tarihî süreçte önemli dönüşümler geçirse de şehirlerin ruhu, hafızası, varlıklarını bazı mekânlarda, devam ettirirler. Artık zamanını kaybetmiş, sahipsiz kalmış öksüz bir çocuk gibi yaşasa da, sessiz ama bir o kadar güngörmüş sokakları o şehrin tarihî aynasıdır, tarihe açılan kapısıdır. İnsan ve şehirlerin bugünü yaşayabilmeleri yarını idrak ve inşa edebilmeleriyle kaimdir. Yaşadığım şehir, Mezopotamya’dan gelen Asurlu tüccarların ticaret yollarının geçiş noktası, kervanların uğrağı Kafkasya’dan Karadeniz’e giden yolların geçidinde yer alan vadideki şehrim Gümüşhane.…
Dil ve zaman çağına tutulmanın derdini anlatamayan kentimin geçitte bekleyen hali hep hüzünlendirmiştir beni. Tarih boyunca birçok kez el değiştiren hali, zaman zaman bulunduğu yerden göçmesi onu örselemiş, savurmuş içten içe öfkelendirmiştir.
O geçitsizlik hali, yer yer içine kapanmasına kendi diliyle baş başa kalmasına, var oluşunu adlandırmanın yakışıksız aldığını bilerek kendi yolunu bulacak bir arayışa düşmesine yol açmıştır. Bekleyen hatta isteyen bir kent değil, kuran, anlatan, bağrında yaşayan insanlara topraklarından zenginlik sunan bir kent olma yolunu seçmiştir.
Yakıştırmaları sevmez, ama kendi benliğinin, o tenin altındaki rengin derin anlamını bilir. Sesten, gözün renginden, kaşın duruşundan, sözün edasından tanır yurtluk isteyen dostunun isteğini. Adının misafirperverliğe çıkması boşuna değildir. Dayanışma, yardımlaşma bilinci dağı yurtluk bildiğinden değil, o yükseklikte hayatı kurma macerasının zorlu olduğunu bilincine kazıdığındandır. Sevince ve kedere barınak, acılara siper olan, bu kadim dostlukların şehri bize hayatın renklerini gösterir. Yerin anlamı, mekân duygusunun özü, dille beslenen kültürün katmanlarına oradan ulaşırız. Şehrimiz bir aynadır bu anlamda; gören, gösteren. Siz ona baktıkça sırlı olanın büyüsüne kapılarak yol alırsınız.
Her kentin bir dili, bir alfabesi olduğuna inanırım. Kenti benzersiz kılan da bu değilmidir. Çocukluk hafızanızda bir kent yer edinebilmişse siz onun alfabesine daha o ilk adımlarınızda başlamışsınızdır. Sonradan gelen renkler, sesler ve görüntülerdir. Öğreten, gösterip baktıran, besleyici olan ve hafızada yer edenlerdir o şehrin kimliğinden size yansıyanlar. Ne haritalara dil, ne sözlere ses, ne de mekânlara suret gerekir. Siz baktıkça görür, gördükçe anlam verir; dile gelene, görünene katılırsınız.
Bu kentin ruhu sinmiştir teninize. Bir bir yaşanılan mekânlar, arşınlanan sokaklar, dinlenen masallar, tutkuyla anlatılan hikâyeler teninizin altındaki sese ve renge dönüşür zamanla. O renkler, kokular, sesler size ait olma duygusunu en çok hissettirenlerdir. Bu şehirden ne kadar uzakta olursanız olun sizdeki sıla hasretini yudum yudum yaşatanlardır bunlar.
Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse anılardan yoksun bir adam gibidir. Eski ile yeninin bir arada, birbirlerini yaşayan mekânlar olarak yaşadığı şehir, tarihî siluetini ve şahsiyetini devam ettirecek şehirdir. Tarihin ışığını bize yansıtan, hafızanın sırrını sunan, hatırladıkça bizi bize anlatan, ayrılığın gurbetin kadim dostlukların dilini söyleyen, sevinçlere kederlere barınak, acılara siper, yaşamlara yurt olan şehrimin sokaklarını seyrederken, geçmişi hatırlıyorum. Girdiğim her sokak bana şehri yüzleştiriyor, anlatılan hikâyeleri hayal ediyorum, kendime doğru yürüyorum şehrin sokaklarında…
Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri ve saklı köşeleri vardır. Şehri anlatan kelimeler kimi yerde romantiktir, şehri sarıp sarmalar, ona hissettirmeden onun dünyasında dolaşıp durur. Bir bakarsınız meydanlarda, caddelerde, köprülerdedir. Bir bakarsınız arka sokaklarda, kuytu köşelerde ya da şehrin vitrinindedir, bir şairin dilindedir. Şehir yazan için bir lisandır, bazen destandır bazen de menkıbe. Bir roman olur bazen, bazen de bir hikâye.
Kadîm şehirler tarihî süreçte önemli dönüşümler geçirse de şehirlerin ruhu, hafızası, varlıklarını bazı mekânlarda, devam ettirirler. Artık zamanını kaybetmiş, sahipsiz kalmış öksüz bir çocuk gibi yaşasa da, sessiz ama bir o kadar güngörmüş sokakları o şehrin tarihî aynasıdır, tarihe açılan kapısıdır. İnsan ve şehirlerin bugünü yaşayabilmeleri yarını idrak ve inşa edebilmeleriyle kaimdir. Yaşadığım şehir, Mezopotamya’dan gelen Asurlu tüccarların ticaret yollarının geçiş noktası, kervanların uğrağı Kafkasya’dan Karadeniz’e giden yolların geçidinde yer alan vadideki şehrim Gümüşhane.…
Dil ve zaman çağına tutulmanın derdini anlatamayan kentimin geçitte bekleyen hali hep hüzünlendirmiştir beni. Tarih boyunca birçok kez el değiştiren hali, zaman zaman bulunduğu yerden göçmesi onu örselemiş, savurmuş içten içe öfkelendirmiştir.
O geçitsizlik hali, yer yer içine kapanmasına kendi diliyle baş başa kalmasına, var oluşunu adlandırmanın yakışıksız aldığını bilerek kendi yolunu bulacak bir arayışa düşmesine yol açmıştır. Bekleyen hatta isteyen bir kent değil, kuran, anlatan, bağrında yaşayan insanlara topraklarından zenginlik sunan bir kent olma yolunu seçmiştir.
Yakıştırmaları sevmez, ama kendi benliğinin, o tenin altındaki rengin derin anlamını bilir. Sesten, gözün renginden, kaşın duruşundan, sözün edasından tanır yurtluk isteyen dostunun isteğini. Adının misafirperverliğe çıkması boşuna değildir. Dayanışma, yardımlaşma bilinci dağı yurtluk bildiğinden değil, o yükseklikte hayatı kurma macerasının zorlu olduğunu bilincine kazıdığındandır. Sevince ve kedere barınak, acılara siper olan, bu kadim dostlukların şehri bize hayatın renklerini gösterir. Yerin anlamı, mekân duygusunun özü, dille beslenen kültürün katmanlarına oradan ulaşırız. Şehrimiz bir aynadır bu anlamda; gören, gösteren. Siz ona baktıkça sırlı olanın büyüsüne kapılarak yol alırsınız.
Her kentin bir dili, bir alfabesi olduğuna inanırım. Kenti benzersiz kılan da bu değilmidir. Çocukluk hafızanızda bir kent yer edinebilmişse siz onun alfabesine daha o ilk adımlarınızda başlamışsınızdır. Sonradan gelen renkler, sesler ve görüntülerdir. Öğreten, gösterip baktıran, besleyici olan ve hafızada yer edenlerdir o şehrin kimliğinden size yansıyanlar. Ne haritalara dil, ne sözlere ses, ne de mekânlara suret gerekir. Siz baktıkça görür, gördükçe anlam verir; dile gelene, görünene katılırsınız.
Bu kentin ruhu sinmiştir teninize. Bir bir yaşanılan mekânlar, arşınlanan sokaklar, dinlenen masallar, tutkuyla anlatılan hikâyeler teninizin altındaki sese ve renge dönüşür zamanla. O renkler, kokular, sesler size ait olma duygusunu en çok hissettirenlerdir. Bu şehirden ne kadar uzakta olursanız olun sizdeki sıla hasretini yudum yudum yaşatanlardır bunlar.
Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse anılardan yoksun bir adam gibidir. Eski ile yeninin bir arada, birbirlerini yaşayan mekânlar olarak yaşadığı şehir, tarihî siluetini ve şahsiyetini devam ettirecek şehirdir. Tarihin ışığını bize yansıtan, hafızanın sırrını sunan, hatırladıkça bizi bize anlatan, ayrılığın gurbetin kadim dostlukların dilini söyleyen, sevinçlere kederlere barınak, acılara siper, yaşamlara yurt olan şehrimin sokaklarını seyrederken, geçmişi hatırlıyorum. Girdiğim her sokak bana şehri yüzleştiriyor, anlatılan hikâyeleri hayal ediyorum, kendime doğru yürüyorum şehrin sokaklarında…