KİRLİ PLANLAR VE DİRENÇ

Güzel ülkemde, karanlık odakların çocukları olan bazı şarlatanlar zaman zaman ortaya çıkıyor ve şanlı tarihimize hiddet ve nefretle saldırıyorlar. İnsanlarımızı tarihlerinden utanır hale getirerek kirli emellerine ulaşmayı arzuluyorlar. Bu zevatlar, memleketimin genç dimağlarını sanal âlemlerde sanal aşkların sarhoşluğuyla kendinden geçmiş ve şarap kadehlerinde geleceğini ararken de görmek istiyor. Çünkü şunu iyi biliyorlar ki gençlik bir milletin omurgasıdır. Omurgada hazar meydana getirdin mi gövdenin ayakta kalma şansı yoktur. Ama bu kanlık odakların hesap etmediği veya edemediği, varlığını bu millete adamış eğitimcilerin, bu milletin has evlatlarını, onların şeytani planlarına kurban etmeyeceğidir. Gençliğimiz ve şanlı tarihimiz arasına art niyetli hiç kimse giremeyecektir. Gençliğimizi tarihimizle yüzleştirerek, atalarının tarihin altın sayfalarında nasıl yer aldığını onlara göstererek beyinlerinin zehirli gıdalarla beslenmesini engelleyeceğiz.  

Eğitimcinin görevi, bireyi sadece okur- yazar haline getirmek değil, genişliğine ve derinliğine düşünebilen, hayal edebilen, öncekilerin yaptıklarına bakarak, ben yeniden ve farklı ne yapabilirime ulaşan, danışabilen, birikimini bilimin hizmetine vermekten haz duyabilen, bilgi, beceri, tutum ve alışkanlıklar kazanmış bireyler ortaya çıkarmak olmalıdır. Bundan dolayıdır ki, günümüzde eğitimcilere büyük görevler düşmektedir.

Ülkemizin vatansever eğitimcileri, tarihimizi ve tarihi şahsiyetlerimizi doğru bir şekilde geleceğimizin mimarı olan gençlerimize anlatmalıdır. Atatürk’ün dediği gibi: ‘’ Türk genci atasını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.’’ Atasını ve tarihini doğru bir şekilde bu millette öğretmek yıllarca kalem tutan biri olarak boynumuzun borcudur. Bu borcumu biraz olsun ödemek için, tarihin anlından öptüğü şahız, diye tanımladığım Fatih Sultan Mehmet Han’ın bir fermanını sizlerle paylaşarak istiyorum.

Fatih fermanında: Ben ki İstanbul fatihi kulların acizi, Fatih Sultan Mehmet; bizzat alın terimle kazanmış olduğum akçalarımla satın aldığım İstanbul’un taşlık mevkiinde malum hudut olan yüz otuz altı parça dükkânımı, aşağıdaki şartlar doğrultusunda vakfeyliyorum.

Şöyle ki: Bu gayrimenkullerimden elde edilecek gelirlerle İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde, bu sokakları gezeler . Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine, bu tozu dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar. Ayrıca on cerrah, on doktor, üç de hastabakıcıyı, memurlukla görevlendirdim. Bunlar ki ayın belirli günlerinde, İstanbul’a çıkalar istisnasız her kapıyı çalarak, o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise şifasını veya mümkün ise hastalığını gidereler. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin hastaneye kaldırarak orada tedavi edileler. Allah vermesin herhangi bir kıtlık, gıda maddesi sıkıntısı olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum yüz silah, ehil kişilere verilerek vahşi hayvanlar yumurta ve yavruda olmadığı sırada dışarıya çıkıp avlanalar ki hiçbir zaman hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca vakfımda bina ve inşa ettirdiğim imarethanede şehit ve yakınları da İstanbul fakirleri yemek yesinler; ancak yemek yemeye veya almaya bizzat kendileri gelmeyip yemekleri güneşin loş bir karanlığında kimse görmeden kapalı kapılar içerisinde evlerine götürüle.

Bin dört yüzlü yıllarda bile bu anlayışla hareket eden bir neslin evlatlarıyız. Unutmayalım ki, bu yıllar da Avrupa coğrafyasında akıl hastaları diri diri yakılıyordu. 
YORUM EKLE