Binlerce yıllık tarihi geçmişimizde yüreğimizi yakan, içimizi sızlatan, bizleri hüzünlendiren bir dönemdir Balkan Savaşları…
Dile kolay neredeyse 550 yıllık bir hâkimiyetin 1 haftada bitmesi, Rumeli’deki anavatanın kaybedilmesinin adıdır Balkan Savaşları…
Devlet-i Aliyye’nin ilk akıncılarının, delilerinin, serdengeçtilerinin, manevi gücü olan dervişlerinin ve nice isimsiz kahramanlarının canını verip, kanlarını döktükleri topraklara vedanın adıdır Balkan Savaşları…
Balkanların, Evlad-ı Fatihan yurdu haline getirilmesinde büyük emekleri olan Gazi Evrenos Beylerin, Oruç Paşaların, Orhan Gazilerin, Sultan Murat Hüdavendigarların, Fatih Sultan Mehmetlerin, Sultan II. Abdülhamidlerin dünya atlası üzerinden kurdukları düşlerin sona ermesidir Balkan Savaşları…
Osmanlı Devleti’nin en buhranlı döneminde tek görevleri askerlik mesleğini icra etmek olan Osmanlı askerlerinin, asli vazifelerini bir kenara bırakarak siyasetle uğraşmasının ne kadar vahim sonuçlar doğurabileceğinin en güzel göstergesidir Balkan Savaşları…
Ata dedelerimizin, ulu ninelerimizin hayatlarını geçirdikten sonra taşına toprağına karıştıkları, Edirne’den İşkodra’ya kadar uzanan Osmanlı’nın “Rumel-i Şahanesi”nin derin bir acıyla kaybedilmesinin, bütün cephelerde ağır bir yenilgiye uğranılmasının adıdır Balkan Savaşları…
Milletimizin, zaferlerle dolu tarihinde acıyla yoğrulmuş bir göçün başlamasına neden olan “Bozgun”un adıdır Balkan Savaşları…
Bu sene Balkan Savaşları’nın 100. yıl dönümü…
Balkanların tarihi geçmişi üzerine çeşitli araştırmalar yapan bir tarihçi olarak, yaşanan bu savaşların 100. seneyi devriyesinde Makedonya’daki ve Kosova’daki tarihi mirasın incelenmesini amaçlayan bir görev vesilesiyle Rumeli’de olmak nasip oldu.
Kasım 2012’nin bir Perşembe sabahı Sabiha Gökçen Havaalanı’na varmak için Kocaeli’nden çıkıyoruz yola. İstanbul’dan, Pegasus Havayolları’na ait uçakla Makedonya Üsküp’e varmak için saat 15.30’da havalanıyoruz. Yol 1 saat 20 dakika sürüyor. Ve Üsküp’teki Aleksandır The Great Havaalanı (Büyük İskender)’na varıyoruz.
Evlad-ı Fatihan yurdu Üsküp’teyiz… Buradan karayoluyla Kalkandelen (Tetova)’e doğru hareket ediyoruz. İlk durağımız Kalkandelen’de bulunan ecdat yadigârı -Paşa Camii adıyla da bilinen- Alaca Camii. Kalemişleriyle görenleri büyüleyen cami… Bundan 3 sene öncede yanına kadar gelip rahatsızlığım nedeniyle gezemediğim cami… Beraberimizdeki heyetle birlikte Alaca Cami’yi incelemeye başlıyoruz. Camide restorasyon çalışması var. Buraya kadar her şey güzel. Güzel ama, canımı sıkan bir şey var. Ecdat yadigârı Alaca Camii’nin restorasyonunu, Amerikalılar yapıyor. Sultan Abdülmecit döneminde Osmanlı’dan yardım alan Amerikalılar…
Alaca Camii’nden Harabati Baba Bektaşi Tekkesi’ne geçiyoruz. Tekke’de bizi Cumali karşılıyor. Tekkenin koruma görevlisi, eski UCK askeri, özü sözü mert Cumali… Burada tekkenin ilk banisi Sersem Ali Baba ve ikinci banisi Harabati Baba’nın seslerini işitiyoruz kulaklarımızda. Cihan Sultanı Kanuni’nin eşi Mah-i Devran’ın kardeşi Ali Baba… Nerdesin!... Kalk! Biz geldik sana Bursa’dan Mah-i Devran’dan selam getirdik. Ve oradan düşüyoruz yollara. Ver elini Ohri.
Osmanlılar Balkanlara mühürlerini, yaptıkları eserlerle vurmuşlardır. Balkanları vatan eylerken, arkalarına çil çil kubbeleri serpiştirmişlerdir. Bugün bile Balkanlarda hangi şehre giderseniz gidin, orada bir ecdat yadigârı eser sizi karşılar. Şüphesiz ki, oralardaki bu mühürler kolal kolay silinmeyecek, baki olarak kalacaktır. (Balkanlar’daki bu tarihi mirasın farkına varan TİKA, Vakıflar Genel Müdürlüğü var gücüyle bu eserlere sahip çıkmaya çalışıyor.)
Balkanlardaki Evlad-ı Fatihanın kaderi göç üzerine yazılmıştır. Yüzyıllar önce Anadolu içlerinden bu topraklara gelerek, buraları yurt edinenler tekrar ana vatana dönmek zorunda kalmışlardır. Göçün en derin acılarıyla yaşandığı bu süreçte, Türklere yapılan mezalimler insanlık tarihinin en derin noktalarını oluşturmaktadır.
14. yüzyılın sonunda Osmanlı toprağı olan Ohri, İttihat ve Terakki hareketinim filizlenmesinde rol oynayan Ohri, Bulgar ve Arnavut çetelerinin çevresince cirit attığı Ohri, Strugalı İbrahim Temo’ların, Resneli Niyazi Bey’lerin sokaklarında gezindiği Ohri, tekkeleri, camileri, çeşmeleri, dar sokakları, evleri ile güzel Ohri…
Ohri’ye akşam vakti varıyoruz. Ohri Gölü’ne bakan İnex Gorica Oteli’nde kalıyoruz. Gece otelden Ohri Gölü’nü izliyorum. Dalıp gidiyorum ötelerin ötesine. Kim bilir nice akıncı beyleri bu gölü seyreylemişler, düşler kurmuşlardır. Sabah küçük bir gemiyle Ohri Gölü’nde gezintiye çıkıyoruz. Gölden Ohri çok güzel görünüyor, şehir adeta gülümsüyor giden şanlı akıncının torunlarına… Ohri’nin dar sokaklarında geziniyoruz, Ayasofya Camii’ni, Fatih Camii’ni, Sinanüddin Yusuf Çelebi Türbesi’ni, Ohri Halveti Tekkesi’ni hayranlıkla inceliyoruz. Balkan Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Başkanı Dr.Bayram Çolakoğlu ile birlikte, Ohrili tarih araştırmacısı arkadaşımız Eyüp Salih’le buluşup, Ohri Meydanı’nda kahve tadında bir tarih sohbeti yapıyoruz. Ve sonra bir Cuma vakti, Zeynel Abidin Paşa Camii’nde Evlad-ı Fatihan kardeşlerimizle Yüce Yaratıcının huzuruna varıp, alnımızı secdeye koyuyoruz. Ohri’den Struga’ya, Struga’dan Kırcova’ya geçip, bu küçük şehirleri de geziyoruz. Kırcova’dan da, ver elini Üsküp…
Ah Üsküp! Vah Üsküp! Can Üsküp! Güzel Üsküp! Gece kaldığımız Aleksander Palece Oteli’nde perdeyi aralayıp şehri izliyorum. Tamamen Osmanlı kokan bu şehirde, Osmanlının izini silmek için Vardar Nehri'nin kuzeyinde bulunan Vodno Dağı'na 2001 yılında Avrupa Birliği'nden alınan krediyle yapılan 50 metre yüksekliğindeki haç gözümü tırmalıyor. Sabah Üsküp’ü gezmeye başlıyoruz. Bu şehri bana sevdiren ilk şey, tarihçi olmam değil, okullarda gördüğüm tarih dersleri değil; bir Anadolu evladı olan Yavuz Bülent Bakiler’in heyecanla birçok kez okuduğum “Üsküp’ten Kosova’ya”da ki anlattıkları... Taş Köprü, İshak Bey Camii, İsa Bey Camii, Sultan Murat Camii, Saat Kulesi, Türk Çarşısı, Üsküp Kalesi, Bit Pazarı, Mustafa Paşa Camii bizleri büyülüyor… Vardar Ovası’nda gezinen, Vardar Nehri’ne bakan bir akıncı torunu olarak ilginç bir duyguya kapılıyorum. Mutluluk ve hüznü bir arada yaşamak bu olsa gerek. Şuna gönülden inanıyorum ki, şairin ifadesiyle “Şar Dağları’nda Bursa'nın devamı olan” bu şehir siyasi olarak bizden çıksa da, kültürel ve manevi açıdan hiçbir zaman bizden çıkmamıştır. Hep bizdedir…
Üsküp’ten ayrılıp şar dağlarına doğru tırmanıyoruz. Yolda Sırp köylerinden geçiyoruz. Makedonya ile Kosova devletlerinin sınırları boyunca uzanan bu dağlar tüm zerafetleriyle bizleri kucaklıyor. Prizren’e gitmek için bu yolu ilk defa kullanıyoruz. Bekle bizi “Aziz Prizren” biz geliyoruz…
Balkan Savaşları sırasında askerin siyasetle uğraşması ve ordunun siyasi gruplara bölünmesi savaşın kaybedilmesinin en önemli sebeplerinden birisidir. Ayrıca savaş öncesi Balkanlar’da bulunan Redif Taburlarına mensup askerlerin terhis edilmesi de oldukça dikkat çekicidir. Peki, yavaş yavaş Balkanları etkisi altına alacak bir savaşa doğru sürüklenen bir devlet, buradaki yetişmiş askerlerini niye terhis eder? Bu sorunun cevabı o dönemdeki Osmanlı Hariciye (Dışişleri) “Nazırımız Gabriel Noradunkyan Efendi”de gizli…
İstanbul Üsküdar doğumlu olan Gabriel Noradunkyan Efendi, Balkan Savaşları’nın diplomatik cephesini yönlendiren kişidir. Osmanlı Devleti’nde görev yapan Ermeni asıllı devlet görevlilerimizden birisi olan zatı muhterem, bağıra bağıra gelen Balkan Savaşları’nın çıkmayacağını düşünen, akıllara ziyan bir düşünceye sahipmiş. Ya da Osmanlı’ya Rumeli’deki topraklarının neredeyse hepsini kaybettirecek bir savaşın çıkacağını bilecek kadar akl-ı selim (!) bir diplomat…
1912 yılındaki Osmanlı Hariciye Nazırımız olan Gabriel Noradunkyan Efendi, savaş sonrası Fransa’ya yerleşmiştir. 1919’da Paris Barış Konferansı’na “Ermenilere Osmanlı topraklarından pay verilmesi” amacıyla katılan bu zat-ı muhterem, 1922-1923 yıllarında Lozan Barış Konferansı görüşmelerine de yine “Ermeni haklarını savunmak” amacıyla Ermeni Ulusal Heyeti Üyesi olarak katılmıştır. Devlet-i Aliyye’nin ekmeğini yiyerek büyüyen zat-ı muhteremin “Balkan Savaşları öncesinde Rumeli’deki yetişmiş askerlerimizin görev yaptığı taburları terhis ettirmesini” buyurun siz değerlendirin…
Bana, Dünya’da Kocaeli’nden başka nerede yaşamak istersin diye soracak olsalar, Ben bu soruya; Prizren, Saraybosna veya Mostar diye cevap verirdim. Ceddim Sultan Fatih’in yadigarı Prizren, nazlı nazlı karşımızda duran Prizren, kendisini göreni ona maşuk eden Prizren…
Şar Dağları’nda dolana dolana Prizren’e doğru iniyoruz. Şehir bizi tüm güzelliğiyle karşılıyor. Osmanlı ruhunun hala canlı canlı yaşadığı Prizren’de şehrin ortasından geçen Akdere şırıl şırıl akıyor. Osmanlı döneminde Akdere’nin üzerine yapılan köprüler dilruba bir güzelin gerdanı gibi... Sinan Paşa Camii’nin restorasyonu tamamlanmış. Prizren meydanında dostlarla gezinmeye başlıyoruz. Meydanda oyun oynayan çocuklar temiz bir Türkçe konuşuyorlar. Biz bazı dostlarla Taş Köprü üzerinde sohbet ediyoruz, bazı dostlar Saraçhane Halveti Dergâhı’nda kahve içiyorlar… Müşteri bekleyen bir taksiciyle tanışıyoruz. Adı Orhan; annesi Türk, babası Arnavut… Bize hitaben “Osmanlılar! Yine geliyorlar, buraya yine gelin…” diyor. Bu cümle kalbimde derin çırpıntılar oluşturuyor. “Osmanlılar!... Ve bu güzelim şehre daha doyamadan Priştina’ya doğru yola çıkıyoruz.
Balkanlar’da “Sultan” denilince akla ilk önce Sultan Murat gelir. Zira, Rumeli’de en fazla fetih gerçekleştiren Sultan Murat Hüdavendigar’dır… Kaderin bir lütfü olarak fetih aşkıyla bu topraklarda at koşturan Sultan, yine bu topraklarda şehit olmuştur. Priştina’da geceyi geçirip sabah erkenden Sultan Murat’ın Rahman’a kavuştuğu Kosova Savaşı’nın vuku bulduğu yere gidiyoruz. Meşhed-i Hüdavendigar’da Türbedar Saniye Nine, üç yıl önce olduğu gibi bizi yine kapıda karşılıyor. TİKA ve Vakıflar Genel Müdürlüğü türbeye ve müştemilatına sahip çıkıyor. Bu şanlı zaferin kazanıldığı, Osmanlı Sultanı Murad Hüdavendigar’ın türbesinin bulunduğu bu alan ve çevresi hızlı bir şekilde yapılaşıyor, doluyor… Önlemi alınmazsa kısa bir süre sonra burası çok çirkin bir hal alabilir. Meşhedi Hüdavendigar’da Sultan Murat’la gönül ikliminde helalleştikten sonra, Priştina Havaalanı’na doğru yola çıkıyoruz. Ve Pegasus Havayolları’yla tekrar yurda dönüş…
Bozgun’un 100. yılında Balkanlar’da olmak; 100 yıl önce bu topraklarda Türklere yapılan kıyımın acısını yüreğimizde hissetmek, uzaklarda kalsa da “yine bizde olan” ulu şehirlerde dolaşmak, oralarda kalan canların ruhuna en temiz duygularla Fatihalar göndermek, bu topraklarda ortaya çıkan fitnenin nelere yol açabileceğini en acı şekliyle hatırlamak, Balkan Savaşları sonunda Rumeli’deki anavatanı kaybetmenin ne kadar büyük bir talihsizlik olduğunu bir kez daha yaşamak… Ve bir kez daha “bir musibetin, bin nasihatten evla” olduğunu görmek…
emeğinize sağlık...