Çamur Dağının Kızı (47)

Haziran ayının yirmisi yaklaştıkça Çamur köyünde tek konu öğretmen Cemal’in on torba toprağı taşıması konuşuluyordu. Osman usta eşi Aliye’yi getirmek için Ardasa’nın Çitikebir köyüne giderken Cemal öğretmen de muhtarın oğlu Ömer ile Gogoçların Salih taşınacak toprağı çıkarmak için Çamur Dağının yolunu tuttular. Yağış olasılığına karşın da Çamur Abbas’tan aldıkları muşambaları da beraberinde götürdüler. 

-İlk önce Çamur Dağının öte yüzünden başlayalım Salih, dedi Ömer.

-Olur.

Öyle yaptılar. Önce Çamur Dağının öte yüzüne gittiler. Gogoçların Salih kazdı Ömer ise çıkarılan toprağı çakıl taşlarından ayırmak için toprak eleğinde eliyordu. Öğretmen Cemal de kah toprağı kazımaya kah elemeye yardım ediyordu. Beş torba olur kanısına varınca torbalara doldurup ağızlarını sıkıca bağladılar. Torbaları üst üste yığdıktan sonra Çamur Abbas’tan aldıkları muşamba ile sıkıca örttüler. Yağmur yağıp da alttan su çekmesin diye de örttükleri torbaların çevresine toprak yığdılar. Öte yüzdeki torbalar taşımaya hazır hale getirdiler.

Üçü de daha sonra dağın köye yakın olan yakasına geçtiler. Öte yüzde yaptıklarını bu yüzde de yapıp tamamladılar.

-Taşıyabilecek misin bu toprakları bir günde öğretmen?

-Taşıyacağım Ömer, merak etmeyin.

-İnşallah yağmur yağmaz, işin o zaman çok zor olur.

Gogoçların Salih, yanında bulundurduğu tabakasını çıkarıp sigara yaktı. Ömer ve öğretmene uzattı. Ömer:

-Ben de sarayın bir sigara.

Öğretmen, kullanmadığını söyledi. Bir süre karşı dağları seyrettiler. Kostan Dağı, Vauk Dağı, Çamur Dağından çok iyi görünüyordu. Sıra sıra dağların zirvelerinde hala kar kütleleri vardı. Köyleri ise yeşilin her tonu ile donanmıştı. 

-Öğretmen, çok ısrar ettik şu on torba toprağı taşımayı. Neden bu kadar ısrarcı oldun. Üç yıl bekleyebilirdin.

-Bekleyebilirdim ama söyler misin dedikodular ayyuka çıkmaz mıydı?

-Onda da haklısın, işi gücü olmayanlar söz üzerine söz üreteceklerdi.

-İşte onun önüne geçmek hem Zeynep’i çok sevdiğimi kanıtlamak hem de bu törenin iyi bir töre olmadığını kaldırılmasını sağlamak için Salih.

-En iyisini yaptın da bu dağdan sırtında toprakla inmek bir dert, çıkmak bir dert. Başarabilecek misin? Yazık olmasın sana öğretmen? Çok iyi bir insansın, sana bir zarar gelmesini istemeyiz.

-Bilirim Ömer. Merak etmeyin taşıyacağım.

-Öyleyse haydin gidelim. Çamur Abbas, bakalım taze çay demledi mi?

-Bende para yok, dedi Gogoçların Salih.

-Çaylar benden, torbaları hazır ettiniz, sağ olun.

Onlar köye aşağı yürürken, bugün çalışmayan köylüler, çoktan kahvehanenin yolunu tutmuştu. Muhtar haricinde köyün erkekleri hemen hemen kahvehanedeydi.

-Kostanlı, beni bir koklasana hala yumurta kokuyor muyum?

-Hem de nasıl. Geğirmeyi bırak yoksa kalkacağım yanından Enver.

-Ne yapayım, hanım yumurta sarılarını atamayız dedi her oyun yumurta yedirdi bize. Ben bir daha yumurta yersem.

-Öyle deme, biraz etlendin, butlandın, yoksa canın çıkıyordu, ağzın burnun birbirine geçmişti. 

-Orası da öyle ama, ben bir daha yumurta görmek istemiyorum. Hele o sarısını akından ayırmak için neler çektik, sen de bilirsin.

-Öyle ama havuz da havuz oldu. Osman usta gerçekten ustaymış.

Akşam saatlerine doğru Sümüklü Salih köye döndü. Havuzun çevresine çekilecek olan dikenli telleri getirmişti. Muhtarın atından indi, kahvehanenin kapısında oturan Ömer’e atı teslim etti.

-Ben telleri havuzun yanına yıkıp geleceğim.

-Tamam Salih abi.

Kahvehanenin içinde oturanlar ise sık sık öğretmen Cemal’e bakıp:

-Yazık olacak öğretmene.

-Neden ki? 

-Neden olacak, on torba toprağı taşımadan Edireli Yusuf gibi canından olacak.

-Taşırım diyor.

-Bakma öyle demesine, gençliğine söz getirmek istemiyor.

-Taşıyacak, dedi Çemiş Hasan.

-Evet, taşıyacak, diyerek söze girdi Çamur Abbas.

-Çok da yakışıklı, bu yaşta kara toprağa girecek.

-Ağzını hayıra aç.

-Ben olacağı söylüyorum. Bir de hava yağmurlu olursa üç-dört torbada ya pes eder ya da ölür.

-Sen şu kahvehaneden kalkar mısın Deli Hüsnü, sen de hayıra açılacak ağız yok, milletin kafasını karıştırma.

Deli Hüsnü, oturduğu yerden kalktı. Geldi Cemal öğretmenin karşısında diklendi. Dikkatli dikkatli baktı öğretmenin yüzüne.

-Yazık, çok da yakışıklısın delikanlı. 

Xxx

Zeynep, evin ve ahırın işlerini yapıyordu ama ağzını bıçak açmıyordu. Onun bu durumu anası Kadrinur kadının gözünden kaçmıyordu. Hayati ise büyükbaşları alıp yaylıma götürmüştü. O da düşünceliydi. Cemal öğretmen ve kardeşi Zeynep’i düşünüyordu. “Ya başaramazsa?” Başaramaz sözcüğünü aklına getirmek istemiyordu ama bir türlü de kafasından silemiyordu. Zeynep’i de çok seviyordu Cemal öğretmeni de.  İkisini birbirine çok yakıştırıyordu. Tıpkı kazara öldürdüğü karısı gibi. Onlar da birbirlerini severek evlenmişlerdi. Çamur Dağının eteklerine hayvan otlatırken görmüşlerdi birbirlerini. Adı gibi Fidan boyluydu. Beline kadar inen saçlarını başına bağladığı yazma örtemiyordu. Güzeller güzeliydi. Nasıl da ateş almıştı o silah hala çözmüş değildi. Ya Çorum Cezaevinin zindanlarında geçen onca yıllar. “Ölsem daha iyiydi” dedi kendi kendine. Kalktı. Çamur Dağına yukarı hayvanların arkasından yürüdü. 

Dört yıl önce kocası Sarı Hasan’ı kaybeden Zehra önünde iki ineği ile dağdan iniyordu. Hayati’nin yanından geçerken:

-Geçmiş olsun Hayati, göremedim seni geç oldu.

-Sağol bacı. 

-Kadrinur ana ile Zeynep’e çok selamlarımı söyle.

-Baş üstüne.

“Bunun da şansı yok benim gibi. Genç yaşta dul kaldı. Çoluk çocuk da yok. Bizim olacaktı ama kısmet olmadı” dedi kendi kendine.

Dağa biraz daha tırmanınca yanık yanık kaval sesi geldi kulaklarına. Durdu, dikkatlice dinledi. Bu kadar güzel kaval çalan da kim ola? Kavalın sesinin geldiği yere doğru yöneldi. İki inek iki buzağı ile bir de henüz bir yaşındaki düveyi de kaval sesinin geldi yöne doğru sürdü. Bu kavalı çalanı mutlaka görmek istiyordu. 

İki koyun otlatan ve yanında bir çocuk bulunan kadını görünce durakladı. Önce şaşırdı. İki koyun, bir çocuk ve bir kadın. Kim ola ki. Kadın acı acı kavalı çalıyor, sesi sanki Çamur Dağından Kostan Dağına yankılanıyordu. Kadın kavalını çalarken hemen yanı başında bol otlu olan çayırda koyunlar otluyor, çocuk ise çok az suyun aktığı derede su ile oynuyordu. Kadın, kavalı ile öyle bütünleşmişti ki, Hayati ile hayvanlarının farkında bile değildi. Gözleri kapalıydı. Biraz daha yaklaştı, dikkatlice baktı. Yaşı genç görünüyordu. Bir adım daha atmıştı ki ayağının altındaki çalının kırılması ile kaval sustu. Genç kadın gözlerini açınca karşı yakada Hayati’nin kendisine baktığını gördü. Ayağa kalktı. Çocuğu oynadığı derecikten aldı, koyunlarının yanına hızla gitti. Belli ki korkmuştu. 

-Dur bacı, korkma. Ben kavalının sesine geldim. Çok acı çalıyordun. Böyle kaval çalana ilk kez rastlıyorum. Ne olur korkma, benden sana zarar gelmez. Ben Çamur köyündenim. Belki tanırsın anamın adı Kadrinur, Zeynep adında da kız kardeşim var. 

-Ne istiyorsun?

-Bir şey istediğim yok bacı. Bu kadar acı kaval sesi beni buraya kadar çekti. Hayvanlarımızı otlatmaya çıkmıştım. Sormak ayıp olmasın da sen bu kaval çalmayı kimden öğrendin? Ustan nasıl bir ustaymış ki, sana bu kadar acı kaval çalmayı öğretti?

Genç kadın, Hayati’nin sözleri üzerine korkusunu yenmişti. Kavalını kılıfına koymak isteyince:

-Ne olur, ben burada durayım, sen orada ol, o kavalını bir daha dinlemek isterim.

-Gitmem lazım.

-Gidersin bacı, bana istersen abi de ne dersen de Allah bir hakkı için benden sana zarar gelmez.

-Ananı da tanırım, kardeşin Zeynep’i de. Ben de bu köydenim.

-Kimlerdensin bacı? Neden bu kadar acı kaval çalarsın?

-Ben Akort Kasım’ın kızıyım. Bu da küçük kardeşim Yaşar.

-Tanırım babanı, çok iyi bir insandır. Çok güzel saz çalardı. Onu dinlerken kendimizden geçerdik. Hele “Şafak söktü Sunam uyanmaz” türküsünü bir güzel çalar söylerdi ki. Yine çalıp söylüyor mu?

-Sizlere ömür.

-Allah rahmet eylesin.

-Amin. 

-Sen niye böyle acı acı kaval çalarsın. Baban bağlamayı ağlattığı gibi sen de kavalı ağlatıyordun.

-Ne sen sor abi ne de ben anlatayım.

-Dinlerim. Ben de çok sevdiğim karımı kazara vurdum. Yıllarca cezaevinde yattım, af çıkınca tahliye oldum. Anamla kız kardeşimin işi vardı, bugün hayvanları otlatmak bana kaldı.

Genç kadın, bir süre sustu. Derdini söyleyip karşısındaki çilekeş insanı üzmek istemiyordu. Zaten çektiği kadar çekmiş. Karısını öldürmüş, cezaevinde yatmış yıllarca. Kendi derdimi, sırrımı neden anlatayım ona ki, diye geçirdi içinden.

-Haydi. Bak sen benim kızım yaşında görünüyorsun. Belli ki çok dertlisin, kavalı bu kadar dertli çaldığına göre.

-Bu dağı görüyor musun abi, bu dağı?

-Hangi dağı?

-Bu Çamur Dağını?

-Evet.

-İşte bu dağ ile kahrolası o töre benim sevdiğim Ersoy’umu aldı.

-Anlamadım bacı?

-Bandırlak köyünden Ersoy adında bir genç ile birbirimizi çok sevdik. Geldi istediler beni. Töremiz var dediler. On torba toprağı ya bizim evin kapısına kadar taşıyacak ya da üç yıl üç ay üç gün bekleyeceksiniz dediler beni istemeye gelenlere. Ersoy, “Ben toprağı taşıyacağım” dedi ve kabul etti.

Genç kız ağlamaya başladı. Hayati, genç kızın yarasını açmasına üzüldü. 

-Ağlama kızım.

-Nasıl ağlamam, onu işte burada, bu derenin içinde ölü buldum, aha şuracıkta. Çamur Dağından torba ile yuvarlanarak buraya kadar indi. Benim için canını verdi, ben ağlamayayım da kim ağlasın, ben acı acı kaval çalmayayım da kim çalsın?

-Yaranı deştim kızım, kusura bakma. 

Beklediği hayvanları döndürüp geldiği yola döndü. Tam kıranı dönecekti ki acı kavalın dertli sesini yeniden duydu. Oturdu. Tabakasını çıkardı. Kalın bir sigara sarp, yaktı. Kazara öldürdüğü karısı ile yaşadığı günler gözlerinin önünden akıp geçti.

(Devamı var)

YORUM EKLE