Bir gün önce yağan kar Avliyana köyünü de beyaza bürümüştü. Tapanlarla toprak damlı evlerin karları atılıyordu. Ahırdan çıkarılan inekler, öküzler, koyun ve keçiler çeşmeye götürülüyor, içiriliyordu. Zigana’ya yakın yükseklikteki Avliyana, tamamen kışladı. Damlar tapanla atılan karlardan sonra loğlarla loğlanıyordu. Loğlanmasa karın suyunu çeken toprak evin içine damlatıyordu. Damlardaki toprak çamur olmasın diye de saman seriliyordu. Loğu çekmek öyle kolay değildi. Loğ taşının ayrı bir özelliği de vardı. Karagöz taşından silindir şeklinde yapılıyordu. En küçüğü otuz ile elli santim uzunluğundaydı.
Zordu dam loğlamak. En az otuz kilo olan loğ taşı ile toprak damı loğlamada mutlaka toprağın çektiği suyu toprak üstüne çıkarmak lazım. Sadece kar atıldığında değil, yağmurlu havalarda da loğlamak gerekiyordu toprak damlı evleri. Maddi durumu iyi olanlar evlerine hartama ile çatı yapıyordu. Onlar rahattı, loğlamak diye bir sıkıntıları yoktu.
-Mustafa bak ne diyeceğim, kar bu sene erken geldi. Kış uzun olacak.
-Öyle görünüyor Cemal.
İki kapı komşusu kendi aralarında sohbete dalmışlardı. Kar yağışından sonra gökyüzü masmaviydi. Güneş ısıtıyor, karları eritiyor, köyün içerisine aşağı sular şırıl şırıldı. Toprak damlı evlerin birkaç yerine konulan oluklardan loğlandıkça sular akıyordu.
-Can da kaç gün oldu gideli gelmedi.
-Seher hatuna bir haftaya kalmaz gelirim demişti.
Çeşmeye koyunlarını içirmeye götüren Goloş Hakkı “selam” verdi.
-Yine geldiniz bir araya kimi çekiştiriyorsunuz?
-Kimseyi çekiştirdiğimiz yok Goloş Hakkı.
-Siz çekiştirmezsiniz ha, ikiniz bir araya geldiniz mi bekar kızları evlendirir, evlileri boşarsınız. Sizi bilmem mi ben Kabak Mustafa ile Cinci Cemal?
-Güneşleniyoruz, dedi Cinci Cemal.
-Cinci Cemal, sen şimdi bu güzel güneşi de nazar edersin.
-Var git işine içir koyunları, biz kimseyi çekiştirmiyoruz.
-Haydi öyle olsun.
Goloş Hakkı, koyunlarının arkasından gittikten sonra, tabakalarını çıkarıp birer tütün sardılar.
-Partal Mustafa’nın gözleri iyileşiyormuş.
-Deme?
-Can gittikten sonra Seher hatun onların evinde kalıyor ya…
-He.
-Sabah, öğle, akşam kaynamış suyun buharına tutuyormuş gözlerini. Çok ağlamaktan göz damarları kurumuş Partal’ın. Buhar yeniden açıyormuş damarları.
-Helal olsun Seher hatuna.
-Helal de ne helal.
-Can da rehberdeki kızın peşine gitmiş.
-Deme ula Cinci Cemal?
-Öyleymiş.
-Yahu onun köyü nere bizim köy nere.
-Aşk bu Kabak Mustafa, senin benim kafam almaz böyle şeyleri. Ha bu karda Zigana’yı nasıl aştı? Seher kadın gece gündüz yolunu gözlüyor.
-Allah kavuştursun.
-Amin.
-Ayşegül de genç yaşta dul kaldı.
-Üç aylık evliydi.
-Çok acı.
-Bir yıldan fazla kaldı karın altında Can.
-Kaldı.
-Evlenir mi dersin Ayşegül?
-Ne bileyim, bana niye soruyorsun?
-Bence evlenir.
-Genç kadın evlenirse evlenir.
-Ne yapar Partal Mustafa ile Zülfiye kadın.
-Partal’ın gözleri açılıyorsa, yeniden rehberlik yapar.
-Rehber işi kalkıyor duymadın mı?
-Duydum, duydum da… Ne ile geçinecek bu insanlar?
-Salih beyin de işi yok da yol yaptırıyor.
-Çok canlar gitti Gavur Geçidi’nde.
-Kabak Mustafa ne diyorum biliyor musun?
-Ne diyorsun?
-Gel seninle bu Gavur Geçidinin adını değiştirelim.
-Değiştirelim, nedir Gavur Geçidi.
-O Rumların zamanındaydı.
-Ne koyalım adını.
-Diyorum ki, hani, orada Can çığa gidip boğuldu ya.
-He.
-Canboğuldu Geçidi diyelim oraya.
-Olur mu?
-Olur, neden olmasın, az canlar gitmedi o kör olası Gavur Geçidinde.
-Doğru dersin Canboğuldu Geçidi olsun.
-Olsun valla, helal sana güzel ad buldun.
-Yayalım bu adı herkes Canboğuldu Geçidi desin.
Xxx
Can, akşam karanlığında kahveci Ali Osman’ın kahvesinin önündeydi. Nal seslerini duyan Ali Osman, dışarı çıktı. Can’ı görünce sevincini gizleyemedi:
-Can… Ne haber? Hoş geldin…
-Hoş bulduk emmim.
-Helal olsun sana, gittin geldin ha?
-Gittim geldim Ali Osman emmi.
-Hele gel içeri, dışarısı biraz soğuk, soba yanıyor.
-Emmi, atım aç, bir yerden biraz ot bulabilir miyim?
-Geçen Zermut’tan biri geldi, artan otları Çapulacının ardiyesine koydum, hele gel sana bir çay vereyim, otu alır getirir atına veririm.
-Sağol emmi.
Can, çayını içene kadar Ali Osman, Arap’ın önüne ot koyarak içeri girdi. İki çay daha alarak Can’ın yanına oturdu.
-E, anlat bakalım, görebildin mi?
-Gördüm emmi.
-Allah bilir gittiğin gün aklım sende kaldı, nasıl aştın dağı?
-Aşamadım, tam donacakken Lütfi dayı yetişti imdadıma.
-O, hala dağdan inmedi mi?
-Bugün onunla birlikte geldik, döndü.
-Ne diyeceğim, ben de akşam yemeği daha yemedim, bir şeyler hazırlayayım birlikte yeriz. Bu akşam da burada kalırsın, sana bir oda hazırlarım.
-Gideceğim emmi, anam yolumu gözlüyordur.
-Uşağım, Avliyana’ya nereden baksan iki üç saatlik yol var, gece vakti, ıssız her taraf. Ayısı var, kurdu var.
-Alışığım Ali Osman emmi. Giderim ben.
-Korkma otel parası almam senden.
-Ondan değil emmim, anamı daha çok bekletemem. Varım yoğum bir anam var.
-Peki sen bilirsin ama önce karnını doyur atın da otunu yesin.
-Sağol emmi.
Xxx
Meryem ana, çocukları Ayşe, Ömer ve Selim ile kara lahanadan yaptıkları sarma ve yanında yoğurtla birlikte yiyorlardı. Ayşe’nin dışında diğerleri iştahla yerken Meryem ana sık sık kızına bakarak, “Belli Can’ı düşünüyor. Bu kız bu oğlana aşık. Ne yapacağım bilmiyorum. Versen bir dert vermesem bir dert. Çok uzak yerden. Nerden baksan üç-dört günlük yol.”
-Kızım, yesene.
-Yiyorum ana.
-Nasıl yiyorsun, Ömer ile Selim bir kazan sarmayı bitirecekler sen daha ağzına iki üç tane attın. Hadi ye, bakarız çaresine.
-Neyin çaresine bakacaksın ana? diye sordu Ömer.
-Neyin olacak abi, ablamın başının çaresine.
-Kes sesini Selim.
-Ama öyle değil mi ana, baksana kukuna kuşu gibi.
-Ömer, vururum kaşığı başına.
-Vurma ana, kaşık kırılır, evde fazla kaşık yok.
Ayşe, ağzına birkaç sarma daha attı, yoğurttan yedi. Ama hiç konuşmuyordu. Can, gitmiş miydi acaba? Zigana’yı aşmış, kasabaya varmıştır. Kalsa bari kasabada da sabah gitse köyüne. Yolları hem çok uzak hem de gece vakti. Kurdu var, ayısı var. Gerçi o karanlıktan korkmaz ama yine de gitmese.
-Ana, ben ne zaman evleneceğim?
-Anlamadım.
-Ben ne zaman evleneceğim, sana ne zaman gelin getireceğim?
-Ömerrr…Ömerrr… Sen çok oluyorsun.
-Ne yani ana bekar mı duracağım.
-Durmazsın abi sen bir an önce evlen ki, bana da sıra gelsin.
-Ömer su sırası sende, kalk kovaları çeşmeden doldur da gel.
-Ha bu karanlıkta mı ana?
-Karanlık yok, dışarıda gün gibi ay ışığı var. Hadi kalk durma.
-Bu akşam Selim gitsin ana, yarın akşam onun yerine ben suya giderim.
-Hiç inat etme, kalk dedim sana.
-Sabahtan akşama kadar kahvede çalış, akşam da gel, suya git.
Selim laf atmadan duramadı:
Suya giderim suya
Adımlar saya saya
Selim yarın gidecek
Ablasıyla Maçka’ya.
-Öyle mi abla?
-Evet evet, sen çabuk su getir, bulaşıkları yıkayacağım.
Ömer, helkeleri eline aldı, kapı önündeki omuzluğu da alarak çeşmenin yolunu tuttu. Anasının dediği gibi gün gibi ay ışığı vardı. Çeşmeye geldiğinde Şaplak Mehmet’in kızı Fadime ile Çolak Hıdır’ın kızı Emine ile karşılaştı. Fadime ile Emine ocak isinden simsiyah olmuş tava ve tencereleri kül ile yıkıyorlardı. Ömer, biraz bekledi. Kızlar, Ömer’in geldiğini hiç fark etmemiş gibi yıkamaya devam ediyorlardı. Biraz daha bekleyince sabrı iyice tükendi:
-Kızlar, azıcık izin verin helkeleri doldurayım.
Gülüşen kızlara ters ters baktı.
-Ne o Ömer, ablan seni mi yolladı su almaya?
-Ablam değil anam yolladı.
-Ha anan ha ablan ne fark eder?
-Erkek kısmının da çeşmeye su almaya geldiğini ilk görüyorum Emine.
-Ben de.
-Ne var bunda, ben ablamı çok severim, ona yardım ediyorum.
-Başka sevdiğin yok mu?
-Anam var, küçük kardeşim var.
-Daha başka, diye sordu Fadime.
-O da zamanı gelince olur.
-Gelmedi mi zamanı.
-Gelmedi. Hem size ne?
-Hiç, öylesine sorduk.
(Devamı var)