Zigana’nın da Avliyana’dan farkı yoktu. Dün geceki fırtına ve tipi inadına gökyüzü masmavi ve insanı kemiklerine kadar ısıtan güneş. Geceki tipi, kovukları doldurmuştu. Güneşle birlikte eriyen karlar yol boyunca akıyordu. Küçücük küçücük akan sular kar beyazı renginde köpük köpüktü.
Kezban kadın, yola çıkacak olan Seher hatun, Can ve Kartal Mustafa için güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Tereyağı, bal, peynir ve sahanda yumurtanın yanı sıra kuymak da yapıyordu.
-Bu gece hiç uyumadım, dedi Kartal Mustafa.
-Hayırdır, neden uyuyamadın, yerini mi beğenmedin?
-Yok, ondan değil ağam, sabaha kadar karnım gürül gürül gürüldedi, açlıktan.
-Deme? Sen duydun mu Can?
-Yok emmi ben bir şey duymadım, yatar yatmaz uyudum.
-Duydun mu Kartal?
-Duydum ağam duydum.
-Hanım, çabuk getir şu kuymağı, bunlar kahvaltısını bir an önce yapıp yola çıksınlar. Yoksa biraz daha dururlarsa, Kartal bir kuzuyu götürür.
-Getiriyorum Lütfi Ağa.
Birlikte kahvaltılarını yaptıktan sonra, yola çıkmadan Lütfi Ağa, düğün günü için ne düşündüklerini sordu Seher hatuna.
-Siz konuştunuz ağam, bir ay sonra hakkımızı alırız dedin.
-Dedim de siz hazır mısınız düğüne?
-Hazır olmayacak bir şey yok ağam. Daha bir aylık zaman var, o zamana kadar eksiklerimizi tamamlarız.
-Paranız, pulunuz var mı, paraya ihtiyacınız olursa söylemezseniz bir daha kapıma uğramayın.
-Var, dedi Can, sağ ol emmi, yeteri kadar var.
-Benden söylemesi, sizler bana Baloğlu Hikmet’in yadigarısınız.
-Sağol ağam.
-Senin dedene Baloğlu derlerdi. Ben başka adını bilmem. Bal gibi adamdı. Her derde deva olurdu. Çok Ermeni’yi o dünyaya yollamıştır. Bir o bir de Zermutlu Asım Çavuş. Her ikisi de çok iyiydiler. Toprakları bol olsun.
Son çaylar da içildi. Lütfi Ağa, cebinden çıkardığı parayı Kartal Mustafa’ya uzattı:
-Bu ne ki ağam?
-Al, koy cebine.
-Neden ki ağam?
-Yahu Kartal, üzümü ye bağını sorma, al cebine koy dedimse koy.
-Tamam da ağam, ne için veriyorsun, anlamadım?
-Kartal kızdırıyorsun beni, al şunu kolum ağırdı.
-Peki ağam.
-Ben atları alıp geleyim, dedi Can.
Birlikte dışarı çıktılar. Güneş yavaş yavaş yükseliyor, yükseldikçe daha da ısıtıyordu.
-Çok güzel hava var.
-Öyle ağam, akşam yaşadığımızdan eser yok.
Can, atları getirdi. Faytona atı bağladı. Kartal Mustafa, atının dizginlerini aldı. Lütfi Ağa ile kucaklaştı:
-Hakkını helal et ağam.
-Helal olsun, sen bakma benim takıldığıma.
-Biliyorum ağam, senin ekmeğin boldur.
-Haydi gidin selametle. Düğüne giderken kalabalık gelmeyin. On, on beş kişi yeter. Yol uzun, yormayın milleti. Köyde ne yaparsanız yapın, on beş atlı seçin, gelini almaya onlarla birlikte gidilsin.
-Tamam ağam, kal sağlıcakla.
Can, Lütfi Ağa ile Kezban kadının elini öptü, faytona bindi, önde Kartal Mustafa, rampa aşağı yola koyuldular.
Dağın öte yüzü gibi bu yüzü de yemyeşildi. Yol boyunca açan çiçeklerin kokusuna doyum olmuyordu. Rengarenk orman gülleri ise sarıçamların gölgesinde boy atmış, tüm yeşilliği ile adına yakışır gibi orman içini güle çevirmişti. Rampayı indikçe, yeşillik daha da artıyor, çeşit çeşit çiçeklerin açtığı orman içinde boy atan otların arasından kendini gösteriyorlardı.
Bindiği faytondan çevreyi büyük bir zevkle seyreden Seher hatun:
-Bizim oralar da güzel ama buraların güzelliği de bir başka Can.
-Öyle ana. Çok güzel.
-Bir ay sonra dağ çilekleri olur buralarda Seher bacı.
-Ne kadar güzel, çok da güzel reçeli olur onların bilir misin?
-Bilmez olur muyum? Tadına doyum olmaz.
-Mustafa emmi, kasabada duralım da biraz eksik görelim.
-Ne eksiği?
-Hani eve bir şeyler alalım.
-Ha, öyle olur, diğer eksik görmeye daha var, eve vardığınızda, bir liste çıkarır ona göre alacağınızı alırsınız, fazla masrafa da gerek yok.
-Öyle yapacağız emmi.
-Ey gidi dağlar dile gelse de konuşsa Seher bacı. At üstünde o dağ senin bu dağ benim dolaşır dururduk Baloğlu Hikmet’le. Ermeni eşkıyaların korkulu rüyasıydık. Nerede akşam orada sabah ederdik. Ermeni eşkıyaları ne zaman karşılarına çıkacağız korkusu yaşarlardı. Adlarımızı duysalar kaçacak delik arardılar. Ermenilerin çoğunlukla Zigana köyüne baskın düzenledikleri haberleri geliyordu. Baloğlu Hikmet ile Zigana köyünün hemen yukarısındaki köye Balaya’dan aşarak geldik. Vakit geceydi. Yaylada altı ahır olan bir eve girdik. Ortalıkta kimseler yoktu. Sessizlik bizi rahatsız ediyordu. Atları ahıra çektik. Silahlarımızı kuşandık, köye inen cılga yolda sessizce yürümeye başladık. Caminin bulunduğu üst mahalleye yaklaştığımızda silah sesleri duyduk. Sine sine silah sesinin geldiği yere yaklaştık. Ermeni çeteleri yedi-sekiz köylüyü, köyün mezarlığına götürdüler, sıraya dizdiler. Biz gelinceye kadar o masum insanları kurşuna dizerek katlettiler. Karanlıkta Baloğlu Hikmet’le göz göze geldik. Ne yapacağımızı bakışlarımızla birbirimize anlattık. Ermeniler, sağa sola ateş ederek nara atıyorlardı. Baban rahmetli ile pusuya yattık. O şerefsiz çeteleri bir bir o dünyaya yolladık. Görünmeden geri döndük. Bir de ne görelim, iki Ermeni, kaçan bir köylünün peşinden hem koşuyor hem de ateş ediyorlardı. Sen misin ateş eden, babanla o iki Ermeni’nin leşini yere serdik. Ama köylüyü kurtaramadık, ne yazık ki aldığı kurşun yaralarıyla şehit olmuştu. Ahırına atlarımızı çektiğimiz eve geldik. Baloğlu Hikmet’le nöbetleşe sabahı ettik. Alaca karanlıkta Ermeni çetesi gebertmek için sabahın alaca karanlığında yayladan ayrıldık.
-Eve uğramıyor muydunuz?
-Anan yanında, ona sorsana.
-Ayda bir ya uğrardılar ya uğramazdılar oğul.
-Üstünüz başınız kirlendiğinde ne yapıyordunuz?
-Sorduğun soruya bak, dağdan dağa gidenin üst başını kendisi yıkar oğul.
-Yani evi barkı unuturdunuz?
-Ermeni çeteleri kol geziyordu, evi barkı düşünecek zamanımız yoktu. Köylüler bizi tanıyordular. Her uğradığımız köyde, sağ olsunlar terkilerimizi tıka basa dolduruyorlardı.
Öğlene doğru kasabadaydılar. Kasabayı iki yakasına bağlayan köprüden geçerken atların nal seslerini duyan Fatma, adeta pencerenin önüne yapışmıştı. Önde Kartal Mustafa, arkada faytona binmiş vaziyette Can ve anasını gördü.
-Bunlar kesin söz kestiler, dedi kendi kendine.
Pencerenin camını açtı, ileriye sarktı kendini, Can’ın arkasından kayboluncaya kadar baktı. Bir türlü içeri girmiyor, Can’ın kaybolduğu çarşı başına bakakalmıştı. Can’ın geri dönüp bir şeyler alabilir diye, camın kenarından ayrılmıyordu.
Can, faytonu Hayri ağaya teslim etti, ücretini ödedi. Handan Arap’ı çıkardı. Kapıda sevdi, gözlerinden öptü:
-Özledin mi beni Arap?
Dizginlerini eline aldı. Anası ile Yavuz Ahmet’in dükkanına girdi. Alacaklarını aldıktan sonra terkiye yerleştirdi. Bekleyen Kartal Mustafa’nın yanına geldiler. Çarşı çıkışında anasını Arap’a bindirdi, dizginlerini eline aldı ve Avliyana’nın yolunu tuttular.
(Devamı var)