CIA’NIN “BİZİM ÇOCUKLARI”

1945’ten sonra gelen nesillerde fikren, ilmen ve bedenen görmezden gelinemez bir düzeyde iyileşme vardı. Bu nesil öncelikle okuyordu. Etiket giydirilip sol ve sağ dense de en belirgin özellikleri okumaktı. Sorgulayan, haklarını bilen, atasını ve hatasını bilen nesillerdi. Adaleti ve çalışkanlığı ön plana çıkarma arzusundaydılar. Hiç olmasa zulm ile abat olunmayacağını biliyorlardı. Kendilerince kurtuluş hayalleri kurmaktan da geri durmuyorlardı.

Türkiye’nin ekonomik ve kültürel yönden sömürge durumuna düştüğünü gören gençler, sonuç itibariyle iki gruba ayrılmıştı. Tek amaçları ülkenin geleceğini aydınlatmaktı. Güzel günler yakındı. Elbette düşman durmayacak ve asla uyumayacaktı. “[1] uyur, düşman uyumaz.

Gençler, her geçen gün uçurumun kenarına itiliyordu. Pek çok Türk genci kendinden habersizdi.

Şairin değimiyle gençler:

Cihan ara cihan içredür arayı bilmezler.

  Ol mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler.” misali içinde kaybolduğu bir dünyanın esiriydi.

Onları bu esaretten ve özüne yabancılıktan kurtaran dostları Muhsin ve Abdullah gibi yüzlerce genç, ya yok edilmiş ya da zindanlarda çürümeye terk edilmişti. Öz yurdunda garip ve tutsak yaşamaya zorlanan nice isimsiz kahraman, şimdi bir gül misali solmaya bırakılmıştı. Kırk yılda maya tutan bu nesil, kimlerin fitne kalbine ağır gelmişti? Kimler bu imanlı yüreklerden endişe duyuyordu?

Anadolu’nun ücra köşelerinden gelip bin bir çileye dalan, ancak zerre miktar özünden, tarihinden ve imanından taviz vermeyen yiğitler, henüz hayatının baharında ölüme terk edilseler de onurlarından taviz vermemişlerdi. Olanca işkenceye rağmen ne devlete ne de ülkücü harekete ihanet etmişlerdi. Sabır, sabır, sabır…

Bu hâl ne kadar sürmüştü bilmiyordu ama ne zaman böyle geçmişe dalsa kendine geldiğinde yüreği daralıyordu. Yine öyle olmuştu. Tek davası i’layı kelimetullah olan binlerce vatan sevdalısı, kahpe pusularda, üniversite koridorlarında, kızını parkta oynatırken, evine veya işine girmek üzereyken, kapkaranlık dünyanın hain pusularında şehit edilmişti. Buna bir de cuntacıların idam ettikleri eklenince büyük bir vahşet ortaya çıkıyordu.

“Biz Anadolu çocukları buraya okumaya geldik. Eller silah değil kalem tutmalı.” diyenlere karşı ne yazık ki her çağda olduğu gibi bu çağda da Yezit’in savunucuları vardı. Karanlık(!) dergisi, tetikçilik yapmanın yanında bir de Mao çığırtkanlığı yapıyordu.

Milliyetçi kadrolar bir bir yok edilirken CIA, ustaca bakanlıklara sızıyor ve “Bizim çocuklar” diye nitelendirilen CIA ajanları darbeyi yönetiyorlardı.

Türk insanının her türlü yumuşak karnını bilen düşman, Sivas’ı, Maraş’ı, Amasya’yı, Antep’i kaynayan bir kazana çeviriyordu. Alevi kartı, kürt kartı ve cuntacı askerler ile dönülmez bir yola girilmişti. Artık kardeşler arasına kan damlamıştı. Böylece yıllarca sürecek bir ihanet çemberi oluşturulmuştu. Bu kahpe Eylül olayları, 2.100 ülkü neferinin canına mal olmuştu. Kimileri bu gençlere sağcı yakıştırmasında bulunmuştu. Oysa Alparslan Türkeş şöyle diyordu: “Biz ne sağcıyız ne solcu… Biz milliyetçiyiz.”

 Askeri kanatta cuntacılar, polis teşkilatında Pol-Der’li Marksistler, eğitim alanında Sosyalist eğitimcilerden sonra militan işçi birlikleri kol kola ve güle oynaya özüne yabancı, Türk insanının yaşamından uzak sosyalist hülyalara dalıyordu.

Vatanın bağrına saplanan bu zehirli oka, bir de kendilerini aydın olarak gören -tatlı su aydınları- ukala takım dâhil olmuştu. Bunlar, basında borusu öten tuzu kuru aydıncıklardı. Boğaz manzaralı konaklarında çay yudumlar, Ankara’nın en gözde otellerinde bilmem kaçıncı sevgilileriyle rakı içer, McDonald’s’tan pizza söyler. Rusya’da kendilerine özel yapılmış tatil köyünde Anadolu köylüsünün kurtuluşuna dair öğütler sıralar, Amerikan sigarası Marlboro içer, Alman arabasına biner, Alman asansörüyle gökdelenlere tırmanır, İtalyan spagettisi yer, kızlarına ve kadınlarına Fransız modasından giysi seçerlerdi. Fakat dillerinden ve kalemlerinden:

Kahrolsun Amerika!

  Kahrolsun kapitalizm!” eksik olmazdı. İşte bunlar sol adı altında 80’li yılların tuzu kuru ekâbiriydi. Ezilen değillerdi. Kendi çocukları Avrupa’da okurken Anadolu’nun çilekeş ve geri bırakılmış ailelerinin masum ve bir o kadar da enerjik çocuklarını Gizli bir el uzatılıyor ve hak, eşitlik, emek adı altında suistimal ediyorlardı.

Işıktan ve aydınlıktan nasiplenmek bir yana çehrelerinde tek bir zerre ışık barındırmayan bu aydıncıklar, her fırsatta:

“Kahrolsun Hitler, kahrolsun Musolini!” diye feryat ederken bu ırkçıların yanına Lenin’i, Stalin’i kızıl katil Çin’in diktatörlerini koymuyorlardı. Oysa Lenin’in ve Stalin’in milyonlarca Türk’ü katlettiğini sağır sultan bile duymuştu da bizim -tatlı su aydıncıkları- duymamıştı. Bu, düpedüz bir körlük ve hatta nankörlük değil de neydi?

“Katil Amerika, katil Almanya, katil Çin ve katil Sovyetler!” diyemeyecek kadar davasında dürüst(!) idiler. Ne yazık ki bu aydıncıklar her yerde hâkimdiler. Diledikleri kararı aldırabiliyorlardı meclise. Diledikleri mahkûmu hem de güpegündüz firar ettirebiliyorlardı. Rusya’ya, Avrupa’ya kaçırdıkları yüzlerce anarşist, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin başına nice çoraplar öreceklerdi. Yalan, yanlış hayat öyküleri ile Avrupa’nın gözünde Türk milletini, dolayısıyla da Türk devletini küçük düşüreceklerdi.

Aydıncıkların belki de en büyük dostları Rus polit bürosundan sonra Kartır ve Jusmark’tı. Ne solu ne sağı? İşte mesele buydu.

Görünürde büyük kavgalar vardı bu iki sevgili arasında, ama gerçekte -arka planda- yurdumun Sosyalist aydıncıkları ile çılgınlar gibi aşk yaşıyorlardı. Neden mi? Çok açık… Amerikan kapitalistlerinin işbirlikçiler aracılığıyla Türk’ün dilini, dinini, töresini, yurdunu elinden almak ve mankurtlaşmış nesillerin yönetiminde Türk devletini sömürüp durmak… Türk’ün esir olmayacağını bilen bu üç dost; askeriyede, emniyette, eğitimde, sanat dünyasında, işçi-emekçilerinde ve yazan çizen takımında (aydıncıklar) kapitalizmin Allah’ı olan parayı, komünizmin kıblesi olan maddeyi, kadını ve dolayısıyla şehveti en büyük taraftar toplama aleti yaptılar. İşte bu iki silahla binlerce üniversiteli kız ve erkeği ağlarına düşürdüler. Para, kadın ve şehvet…

Türkiye’nin her hangi bir ilinin en fakir köyünde çalışıp çabalayan ve kırk kanaat bir okul kazanan bir erkek çocuğunun hayatında gördüğü en büyük lüks kasabaya inince yediği halka tatlısı iken birden bire Ankara’nın, İstanbul’un, Eskişehir’in, Samsun’un en gözde mekânlarında yeme içmeye başlaması ve iki, üç kız arkadaşla aynı evde kalması neyi ifade ediyordu? Şurası açıktı ki bu gençlerin maddi olanaksızlıkları onlar için kurulan tuzağın ta kendisiydi. 80’li yılların sonunda düşünen ve olayları ele akıl ve gönül dünyasıyla ele almaya çalışan nesiller artık yoktu. Ne okullar ne de sosyal hayat bu neslin yetişmesini sağlayabiliyordu. İnsan yetiştiremeyen kurumlar başıboşluğa sürüklenmişti.

Sonuç itibarıyla:

Ahlaksızlığı modern yaşam olarak yutturmaya çalışanlar, ya Avrupa’yı bilmiyorlar ya da Türk milletinin gerçek Avrupa’yı ve aklı ölçü alan Avrupalıları tanımamızı engellemeye çalışıyor olabilirler miydi? İlim, teknik ve sosyal devlet anlayışı cuntacıların ilgisini çekiyor muydu? Üniversite ve liselere ait yurtlardaki tuvaletlerde düşürülen bebekler ahlaki çöküşün ve gelinen sonun açık göstergesi değil miydi? Zevkinin kölesi olmanın entelektüellikle ne ilgisi vardı?

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’i bir kere bile okumadan, Türkçesiyle okuyup ayetler üzerinde kafa yormadan Müslümanlığı eleştirmek aptallık değil de nedir? Kişiler üzerinden Allah’ın son din olarak bizlere gönderdiği İslâm’ı ele alıp yargılamak ne kadar adildi?

Kârını muhafaza peşinde koşan kişilere “muhafazakâr” demek doğru muydu? Kendi çıkarları doğrultusunda, işine geldiği gibi, menkıbeler uydurmak ve kaynağı bilinmeyen hurafelerle insanları kandırmanın İslam ile ne ilgisi olabilirdi ki?

Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.

[1] Sü: Ön Türkçe’de asker anlamına gelir. Subay, Subaşı, Suvari gibi kavramlar bu sözcükten türemiştir.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Nilgün Kaya
Nilgün Kaya - 2 yıl Önce

Emeğinize sağlık hocam çok güzel bir yazı olmuş. Türk milliyetçiliğinin șu anda ki durumunu kaleme almanızı da bekliyoruz.