Bir gün sonrasıydı. Yazdan kalma günler sürüyordu. Havaların sıcak gitmesi insanları da mutlu ediyordu. Köylüler işlerin azalması nedeniyle zamanlarını çoğunlukla Kel Celal’in kahvehanesinde geçiriyordu. Kel Celal durumdan memnundu.
-İki gündür göle at götürülüyor.
-Hiçbiri de yıkanmaya izin vermiyor.
-Çifteleyip, şaha kalkıp yıldırım hızıyla gölden uzaklaşıyor.
-Var bunda da bir hayırlısı.
-Var tabi.
-Bugüne kadar hiçbir at yıkanmaktan kaçmadı.
-Bugüne kadar on beş kadar atı yıkamak istediler, hepsi de kaçtı.
-Salih Bey de şaşırdı.
-Onun çiftliğindeki atlar da yıkanmaya izin vermediler.
-Ne olacak peki?
-Düğün sahibi düşünsün.
-Düşünüyor, dedi muhtar İhsan, ama bir çözüm bulamıyorlar.
-Adamın yüzü hiç gülmüyor.
-Karısının da.
-Ali de ne yapacağını şaşırdı.
-Şaşırmasın da ne yapsın?
-Şart mı yıkanmış ata binmesi? O ki atlar yıkanmak istemiyor, gelin de gölde yıkanmamış bir ata binsin de gelsin.
-Öyle olacak, başka çaresi yok.
Kahvehanede başka konuşulacak konu yok gibi herkes Gülşah’ın ileri sürdüğü şartları konuşuyordu. Muhtar İhsan her ne kadar konuyu değiştirmek istiyorsa da söz dönüp dolaşıp Gülşah’ın ileri sürdüğü şartlara geliyordu.
-Ben bir bakayım ne yapıyorlar, dedi muhtar İhsan.
-Ben de geleyim.
-Gel birlikte gidelim. Düğünün yönetimi sende olacağı için gel bakalım ne yapıyorlar Celal.
-Tamam… Cemil, sen kahvehaneye bakıver, bir uğrayıp da geleyim.
-Olsun Celal abi.
Topal Ömer, karısı Kezban Hatun ve Ali çardakta oturuyorlardı. Baba Topal Ömer ağrıyan ayağının dizini ovalıyordu.
-Çok mu ağrıyor baba?
-Hem de nasıl oğul. Ağrısı yüreğime işliyor. Gün geçtikçe de artıyor.
Kezban hatun:
-Gidip biraz uzansan, demeye kalmadı, muhtar İhsan’ın öksürüğünün sesini duydu, dayanamadı, Bey, Allah aşkına ben bunaldım iyice, şimdi yine çay isteyecek. Bak duyuyor musun, nasıl da burnunu çekiyor?
-Ben ağrıdan bir şey duyamaz oldum hatun.
Muhtar İhsan, Kel Celal ile çevirmenin kapısından içeri girdi. “Selam” verdi.
-Ne güzel, üçünüz de bir aradasınız. Celal ile bir bakalım ne yapıyorlar dedik. Yapacak bir şeyimiz var mı diye sormaya geldik.
-Gel muhtar gel, gel Celal. Oturun. Ben ayağımın ağrısından bir şey düşünemez oldum.
Ali Kalktı, muhtar ile Kel Celal’e yer verdi. Oturdular. Kezban hatun “ha çay istedi isteyecek” diye muhtara bakıyordu.
-Sen nasılsın Kezban abla?
-Sağol muhtar iyiyim. Gülsüm nasıl?
-İyi iyi. Şey…
-Çay değil mi?
-Senin yaptığın çayı bu köyde hiçbir yerde içemiyorum Kezban abla. Az önce kahvedeydim. Aha Celal de burada. Güya kahveci. Nerede senin yaptığın çay, nerede bu kelin yaptığı çay.
-Tamam, ben çay koyayım.
Konuşmalarını köyün meydanında bir eşeğin anırması bozdu. Meydandan bazı sesler geliyordu. Ama ne konuştukları anlaşılmıyordu. Kulak verdiler yine anlayamadılar.
-Ali, bir baksana, nedir?
-Bakayım baba.
Az sonra üç eşek, taşıyacakları yükten daha fazla yüklenmiş olarak, çevirmenin dışında durdu. Topal Ömer ve diğerleri Ali’nin gözlerinin içine baktı.
-Ne bunlar Ali?
-Baba, Gülşah gönderdi. Ne olduklarını bilmiyorum, bunlara, ‘Alın gelin gideceğim eve götürün’ demiş.
-Tövbe tövbe, eski köye yeni kanun mu getiriyor?
-Köyde her şeyi kendi aralarında annesi ve kız kardeşleriyle taksim etmiş, bunlar kendi hissesine düşmüş, o da yollamış.
-Oğlum öyle şey olur mu ne taksimi?
-Bilmiyorum baba, kap kaçak, yatak yorgan ne varsa taksim etmişler.
-Duydun mu muhtar?
-Duydum Ömer abi, duydum da şaşırdım.
-Geri gönder, dedi Topal Ömer, oğlu Ali’ye.
-Olmaz Ömer abi. Madem göndermiş, alacaksınız. Gelininizin bir bildiği var herhalde.
-Hiçbir bildiği yok muhtar. Tanıştığımız günden beri hep bizi şaşırtıyor.
-Düğün bitinceye kadar idare edin.
-Peki, götürün indirip eski eve koyun… Söyler misin muhtar geleneklerimiz değişti de benim mi haberim olmadı?... Çok mu yaşlandım?... Bu ne demek oluyor?... Bu kadar güzel bir kızın bu şartları, bu yaptıkları ne anlama geliyor? Ben bir şey anlayamadım, sen anladın mı?
-Ne söyleyeyim Ömer abi, ben de anlamadım. Eğer gelin evinden gelinin çeyizi gelecekse düğün alayı ile birlikte gelir. Düğün öncesi damat evine bir şey gönderilmez.
Gelin evinden gelen yükleri indirerek eski eve koyan Ali, yeniden yanlarına geldi. Ali’nin yüzüne bir süre bakan Topal Ömer:
-Ne oldu ne yaptınız? Hani gelenler?
-Gittiler baba.
-Ne demek gittiler?
-Israr ettim, gelin yemek yiyin, biraz soluklanın dedim ama onlar, hemen döndüler. “Bize hemen dönün” diye tembihlemiş Gülşah.
-Duydun mu muhtar?
-Duydum Ömer abi, duydum.
Topal Ömer, başını iki yana salladı. Olanları bir türlü anlayamıyor, anlam veremiyordu. Bir tepsi ile çaylarla gelen Kezban hatun:
-Kiminle konuşuyordunuz?
-Kendi kendimizle. Gelinin üç eşek yükü bir şeyler gönderdi.
-Nasıl?
-Gelinin üç eşek yükü bir şeyler gönderdi dedim hatun.
-Ne demek üç eşek yükü bir şeyler?
-Bilmiyorum, eski eve koydurttum.
-Tövbe tövbe.
-Gel otur Kezban abla, gel. Olur böyle şeyler. Gençtirler. Evinden hoşuna gidenleri alıp yollamış.
-Muhtar, bizim her şeyimiz var. Eksik bir şey de varsa tamamladık.
-Evden gelecekleri yol uzak diye göndermiş. Olsun, hoş görün.
Bir süre konuşmadan çaylarını içtiler. Gün dönmek üzereydi. Güneş, yavaş yavaç Kankana Yaylası üzerinden batmak üzereydi. Güneşin çekilmesi ile hava da serinliyordu.
-Bugün de çok çay içtik, adeta miden sızdı.
-Miden sızdıysa git evinde karnını doyur muhtar, dedi Kezban hatun.
-Yok bir şeyler getir de yiyelim demek istemedim Kezban abla.
-İstesen de getiremem, bugün çok yoruldum.
Ağrıyan bacağının dizini bir süre ovalayan Topal Ömer:
-Celal, düğünde bu köyü çağırdık. Üç gün sonra düğünü yapacağız. Düğünün idaresi sende. Ben başka köyde olan komşulardan kimseyi çağırmadım. Gülizar ile Türkan kadın yemekleri yapacaklar. Bir eksiğimiz yok gibi. Senin aklına gelen bir şey var mı? Muhtar senin de?
-Benim yok, dedi Celal.
-Benim de yok Ömer abi.
Xxx
Çitikebir köyünde olduğu gibi Haviyana köyünde Feride kadının evinde de düğün hazırlıkları vardı. Çitikebir’den gelecekler için yer ayarlanmış, muhtarın harmanına alınacaktı gelenler. Hava yağmurlu olursa yine muhtarın evinin alt katına alınacaklardı. Gülşah da heyecanlıydı tıpkı Çoban Ali gibi. Anasının bir dediğini iki etmiyordu ama Feride kadın Gülşah’a duyduğu sevgiyi kaybetmişti. Gülşah ile zoraki konuşuyor, zorunlu olmadıkça da konuşmuyordu.
Kızının taksim ettiklerini düğün alayı ile değil de düğünden üç gün önce göndermesine de çok içerlemişti. Yangından mal kaçırır gibi göndermişti adeta Çitikebir’e. Elif ile Sümbül de ablalarına karşı soğuktular ama belli etmiyorlardı. Şunun şurasında üç gün sonra evlenip gidecekti. Onlar da anaları gibi Gülşah’ın evden gitmesine üzülmüyorlardı. Hatta gideceği günü sabırsızlıkla bekliyorlardı. O gittikten sonra bozulan evin düzenini yeniden kuracaklar annelerinin sözünden dışarı çıkmayacaklardı.
-Ana, dedi Gülşah, gelen yengeleri nerede yatıracağız?
-Senin odanda.
-Benim odam da mı?
-Evet.
-Tamam da ben nerede yatacağım.
-Bizim yattığımız odada sıkışır yatarız. Zaten bir gece, idare ederiz.
-Olur ana.
-Yapacak bir şeyimiz var mı ana, eksiğimiz var mı?
-Gördüğüm kadarıyla yok. Yok da kaç kişi gelecek onu bilmiyoruz.
-Yol uzak diye fazla kalabalık gelmeyecekler. Ali haber yollamış, yirmi-otuz kişi ancak gelecekmiş. Onlar da köyün gençleri olacakmış.
-İyi o zaman. Ben bir bakayım muhtarın karısı ile Çepni Mustafa’nın karısı ne yaptılar yemek işini. Bir eksikleri var mı sorup geleyim. Geç gelirsem beklemeyin beni, yatarsınız.
-Olsun ana.
(Devamı var)