-Kahya gece yağan yağmur adeta bir afetti. Acaba köylünün çok zararı var mı bir sor da öğren. Durumu iyi olmayanlara yardım edelim.
-Olur hanımım.
Gözleri yine Gelincik Taşlarına gitti. Bayır Dağı’nın tepesindeki altı kayanın gökyüzüne yükselişine bir türlü akıl erdiremiyordu. Anlattıkları doğru olamaz. İnsan nasıl taş olur da kalır? O kadar insan taş olup kalsaydı köyümüzde erkek kalmazdı. Düğün alayı hep köyün erkekleriydi. Söz tutmak lazım. Fazla tamahkar olmayacaksın.
-Küçük Hanım kalktı hanımım, kahvaltıyı hazırlayayım mı?
Mukaddes’i duymadı bile Hanımağa. Gözleri hala Gelincik Taşlarındaydı. İki kaya arasından güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Yükselen güneşi duvağını giymiş geline benzetti. Benim kızıma, Mahur’uma da gelinlik kısmet olacak mıydı?
-Hanımım, dedi yine Mukaddes.
Gözlerini gelincik taşlarından aldı. Mukaddes’in yüzüne baktı.
-Kahvaltıyı diyorum hanımım, hazırlayayım mı?
-Olur olur. Burada yapalım kahvaltıyı. Mahur kalktı mı?
-Kalktı hanımım.
-İyi, hazırla. Dün bal almıştı Mahur, söyle ona bal da koy sofraya.
Gelen silah sesleriyle gözlerini Orta Mahalle’ye çevirdi. Silah sesleri Çakıroğlu Reşat’ın kaldığı mahalleden geliyordu. Bayır Dağı’nda yankılanan silah seslerinin bu kadar güçlü olması, mavzerle atıldığını gösteriyordu.
-Servet, bunlar durmayacak. Bu silah sesleri hiç hoşuma gitmiyor. Akşam aldıkları dersi, verdikleri sözü yine unuttular.
-Reşat, bugüne kadar verdiği hiçbir sözde durmadı hanımım. Dediğim gibi, Reşat aradan kalkarsa diğer kardeşleri bir şey yapmazlar. Onlar, abilerinin arkasından gidiyorlar. Onun için az önce dediğimizi yaparsak, kim vurduya giderse, köylü de rahat eder biz de.
-Olmaz dedim Servet. Başka yol bulmalı.
-Başka yolu yok hanımım.
-Var, Mahur’un bir an önce evlenmesi.
-Hiç öyle evlenecek bir kız gibi görünmüyor küçük hanım.
-Evlenmeli kahya evlenmeli.
Mürüvvet bakır sini içerisine koyduğu kahvaltıyı çardağa getirerek masanın üzerine koydu. Mahur da kapıdan çıkarak yanlarına geldi. Eğildi anasının her iki yanağından öptü.
-Dün çok yoruldum ana çok güzel uyku uyudum.
-Hayırlı sabahlar güzel kızım hadi otur kahvaltımızı yapalım. Kahya siz de gelin.
-Afiyet oldun hanımım, biz kahvaltımızı yaptık.
-Peki öyleyse. Seyis Celal ile Çit Deresine inin. Bizim köyden kimin bağına, bahçesine, bostanına sel zarar verdi tespit edin.
-Olur hanımım.
-Çok yağmur yağmış, gök gürlemiş ama ben hiçbir şey duymadım ana.
-Derin uyudun demek.
Konuşmadan kahvaltıyı bitirdiler. Mürüvvet siniyi alacaktı ki,
-Kalsın Mürüvvet, sen çaylarımızı bir daha doldur. Konuşacaklarım var kızımla.
Kalan baldan biraz daha alıp ağzına attı Hanımağa. Yutkunmadan ağzının içerisinde birkaç kez dolandırdı.
-Bal çok güzel kızım, bizim bundan neden haberimiz olmadı?
-Daha bir yıl olmuş üreteli ana.
-Söylesek ona bize bir arı çiftliği kurar mı?
-Bilmem ana.
-Kendi arılarını da alır gelirdi hem kendi arılarına bakar hem de bizim arılarımıza.
Karşılıklı kızıyla birer bardak daha çay içtiler. Hanımağa, kızına dikkatlice bakıyordu. Bu Çakıroğlu kızıma bir kötülük eder mi sorusunu aklından çıkaramıyordu. Sürekli bu korkuyla yaşanmaz ki. Sorsam mı ona acaba sevdiği biri var mı? Olsa söylerdi. Benden bugüne kadar hiçbir şey gizlemedi ki. Olsaydı söylerdi. Balcı ile arası nasıl? Burada arı çiftliğinin başına geçse, Mahur’umla da evlense ne kadar güzel olurdu. Baksana şunun güzelliğine. Yüce Rabbim övmüş de yaratmış.
Bu Çakıroğlu’na bir çare bulmak lazım da nasıl? Kahya Servet’in söylediği asla olmaz. İnsan insanı öldürür mü? Ama o da rahat durmuyor, nerede köyden bir kız görse laf atıyor. Evleneceksen namusunla evlen, her gördüğün kıza neden laf atıyorsun Allah’ın belası. Her türlü rezilliği kabul ettin yine de akıllanmadın. Köylü yüzüne tükürecekti, yalvardın, yakardın. Ne yapmalı bilmem ki. Salih Bey’e mi durumu anlatsak.
-Konuşmuyorsun ana?
-Daldım gitti kızım.
-Niye daldın gittin ki ana?
-Nasıl daldırıp gitmem ki kızım? Şu soysuz bırakmayacak yakanı. Hep seni düşünür oldum.
-Düşünme ana, o çapulcu bana bir şey yapamaz.
-Deme öyle kızım. Dördü bir oldu mu, Allah korusun.
-Onlarda zerre kadar yürek yok ana. Bellerindeki silahlara güveniyorlar.
-Ya seni yalnız yakalayıp, kafana silahı dayatırlarsa?
-Dayatsınlar ana, onlar silahın tetiğini çekmeye korkarlar. İşte böyle sabahtan havaya ateş eder dururlar.
-Duyuyorum kızım da bu nasıl köylü kimse rahatsız olmuyor mu?
-Demek ki olmuyor ana.
-Sen de bir yere gittin mi silahsız gitme kızım. Hatta bir yere gitme, bu kadar adamımız var, söyle onlar temin etsin ihtiyaçlarını.
-Takma kafanı ana ben Topal Ömer’in kızıyım, bana bir şey olmaz.
Yanlış mı görüyordu, balcı Paşa, omuzunda heybesi ile meydan yoluna aşağı iniyordu. Dayanamadı seslendi:
-Balcı Paşa, selam sabah yok mu? İnsan selam vermeden geçer mi?
-Rahatsız etmeyeyim dedim bey kızı.
-Selamdan insan rahatsız olur mu? Hele gel, taze çay var, bir bardak çayımızı iç.
-Olsun Bey kızı.
Paşa, geri dönüp Topal Ömer’in konağına ayrılan yola girdi. Hanımağa, Paşa’yı çok dikkatli izliyordu. Güçlü kuvvetli. Güçlü kuvvetli olduğu kadar da yakışıklı bir gence benziyor. Mahur, bunun hiç mi farkına varmadı? Paşa, selam vererek Hanımağa’nın elini öptü.
-Hoş geldin evladım.
-Hoş bulduk hanım ana.
-Gel, otur. Mürüvvet hemen çay koyuver Paşa oğluma. Mahur’u dün sen kurtardın soysuzların elinden. Allah razı olsun.
-Cümlemizden Hanım ana ama seyis Celal vardı, ben olmasan Celal gerekeni yapardı.
-Senin olduğun iyi oldu, sen daha akıllı davranıyorsun. Celal’in eline düşseydi sağ çıkacağını sanmıyorum.
Bir süre konuşmadılar. Hanımağa, Paşa’nın her hareketini dikkatlice inceliyordu.
-Hep heybeyle mi gezersin?
-Öyle Hanım ana.
-Bir binek hayvanın yok mu?
-Yok.
-Verelim sana güçlü kuvvetli atlarımızdan bir tane.
-Nerede bakacağım? Benim hayvan bakacak yerim yok.
Hanımağa, tam zamanı diyerek:
-Bak Paşa oğlum ne diyeceğim.
-Buyur ana.
-Balından bu sabah tattık, çok güzel. Bugüne kadar öyle bir bal yediğimi hatırlamıyorum. Sana bir teklifimiz var.
-Söyle ana.
-Diyorum ki, bize bir arı çiftliği kursan ve başında da sen olsan. Senin arıları da buraya taşısan.
Mahur, Paşa’nın gözlerinin içine bakıyor, dudaklarından çıkacak sözleri çok merak ediyordu.
-İsterim ana ama aynı balı burada alamayız. Sonra benim arılarım oraya alışmışlar. Buraya getirirsem telef olurlar. Çiftliğe gelince, arı çiftliğinizi kurarım ama sürekli başında olamam. Kendi arılarımı da sık sık bakmam lazım. Onlar bana çok alışmışlardır. Onlar benim can dostlarımdır. Dediğim gibi çiftliğinizi kurarım, çiftlikle ilgilenirim ama burada kalamam.
-Evladım, bir ömür mağarada mı geçecek?
-Babamın vasiyeti ana, ben babamın vasiyetinden çıkamam.
-Evlenip çoluk çocuk sahibi olmayacak mısın?
-O da kısmet ana. Mağarada kalmak isteyen bir akılsız kız bulabilirsem olur ama bir ömür mağarada kalacak kızı da bulmak zor ana.
Gülüştüler. Belli ki, köye getirmek zor Paşa’yı, diye geçirdi içinden. Bari bir çiftlik kurduralım ona. Arılarla ilgilenirken kızım da güvende olur. Belki birbirlerini severler. Paşa da mağarada yaşamaktan vazgeçer.
-Ben kalkayım ana.
-Olsun evladım ama çiftlik teklifimi unutma. En kısa zamanda kur arı çiftliğimizi.
-Olur ana, Makrel’de Cevat Bey var, çok yaşlandı, arılarını satmak istiyor. Alabiliriz arılarını.
-Aman oğul, hiç durma. Yarın kızımla birlikte Cevat Bey’e gidin, arıları satın alın. Parasını peşin ödeyelim.
-Tamam ama önce kovanları koyacağımız bir yer tespit etmemiz lazım.
-Sanırım Guş Neneye gidiyorsun. Biraz erken dön. Çiftlik için yer belirle. Bizimkilere tarif et yerini hazırlasınlar.
-Olur, şimdilik kalın sağlıcakla.
-Güle güle oğul.
-Ben seni geçireyim.
Paşa ile Mahur kalktılar. Köy yoluna kadar birlikte yürüdüler.
-Sen ne biçim bey kızısın?
Şaşıran Mahur:
-Anlamadım, bu nasıl soru?
-Nasıl olacak, Hanımağa ile o kadar konuştuk, ağzından bir kelime bile çıkmadı.
-Ha, öyle söylesene. Anamın yanında bana söz düşmez balcı Paşa.
-Hanımağa, çiftlik kurmada kararlı.
-Bence de iyi olur Paşa.
-Kurarız. Guş Neneyi görüp dönüşte konuşuruz.
-Ha Paşa, hangi yemeği daha çok seversin?
-Neden sordun?
-Öğle yemeğini birlikte yiyeceğiz.
-Yemek ayırmam Mahur.
-Tamam.
Xxx
Saniye kadın, eli çenesinde oturduğu eşiğin üstünde kara kara düşünüyordu. Sabahtan beri oğulları durmadan mermi yakıyorlardı. Elde avuçta kalmamış, neyi var neyi yok mermiye vermişlerdi. Babaları Çakıroğlu rahmetli olduktan sonra meydanı boş bulan çocukları, köyde hiçbir işe bakmıyorlardı. Ne bağ ne bahçe ne de tarla ile ilgilenmiyorlardı. Dört oğul, dördünün de altında at, o köy senin bu köy benim koşturup duruyorlardı. O kadar güç duruma düşmüşlerdi ki Saniye kadına babasından kalan beş tenekelik tarlayı satmak zorunda kalmışlardı. O para da bitti.
Bunların başı hep Reşat diye düşünüyordu Saniye kadın. Alıyor kardeşlerini peşine şunun bunun kızına söz atıyordu. Onun yüzünden köyde hiçbir komşusunun yüzüne bakamıyordu. Kahroluyordu. Ne yaptıysa söz dinletemiyordu. Reşat, diğer kardeşlerini de kendine benzetmişti. Gün yoktu ki haklarında bir şikayet gelmesin, gün yoktu ki başı gözü yaralı eve gelmesinler. Ne yapacağını bilemiyordu. Onların bu davranışı Saniye kadını iyice yıkmıştı. Daha dün akşam köye rezil oldular. Uslanmadılar, sabahtan beri mermi üstüne mermi yakıyorlar. Birazdan da “Ana mermi alacağız, para lazım” diyecekler. Nerede para? Sattığımız tarlanın da parası bitti. Ölüm en iyisi olacak ama veren de Allah alan da. Ne zaman alacağını ondan başka bilen yok. Böyle yaşamak çok zoruna gidiyordu.
Reşat önde, diğer kardeşleri Fikret, Cemil ve Süleyman ile silahları ellerinde geldiler. Belli ki mermileri bitmişti.
-Ana, acıktık, dedi Reşat.
-Ne yapayım acıktınız da mabeyin orada gidip bakın ne varsa zıkkımlanın.
-Çayı demlemedin mi ana?
-Çay şeker nerede? Mermilerinizden para mı kalıyor ki çay şeker alalım.
-Mermi dedin de ana, mermilerimiz bitti. Yeni mermi almamız lazım.
-Paranız var ise alın.
-Bizde para yok ana.
-Bende paramı bıraktınız. Tarlanın parasını bile mermiye verdiniz.
-Sende gene kalmıştır ana.
-Bende beş para bile yok.
-Bizde tarla çok, satarız bir tanesini daha.
-Ne haltınız varsa görün. Benim bir ayağım zaten çukurda. Tarla da sizin bahçe de. İster satın ister ekin. Beni de bilmeyen kurtlar yesin.
(Devamı var)