Mağaranın demir kapısı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Her zamanki gibi kollarını yana açarak derin nefes alan Paşa’nın yanına Pençe ve Keleş koşarak geldiler. Onun mağaradan çıkmasını dar gözle beklemiş gibiydiler. Biri bir bacağına diğeri öteki diğer bacağına sürtünüyordu.
-Durun, pantolonumu yeni giydim, kirletmeyin, kasabaya gideceğim.
Dizlerinin üzerine çömeldi. Pençe ve Keleş’i sevdi. Köyün sığır sürüsü Esirahdos’tan, Gangana Yaylasına doğru gidiyordu. Sürüde köyün öküzleri, tosunları ve kısır inekler vardı. Çoban Musa nice sonra sürünün arkasında görüldü. Yamaçtaki patika yolu her zamanki gibi geçen sürü, Çökek altına varınca gözden kayboldu.
-Evet, bugün benimle Pençe gelecek kasabaya. Burası sana teslim Keleş. Sen, sen ol sakın arılarıma yabancı ya da yaban hayvanı yanaştırmasın.
Akşamdan hazırladığı heybesini omuzuna attı. Mağaranın demir kapısını özenle kilitledi. On santim uzunluğundaki anahtarı heybesinin içine attı.
-Haydi Pençe.
Yokuş aşağı kendi yaptığı yolda yürüdü Pençe ile. Mehmetaliler’in çeşmesine gelince başını çevirip petekliğine baktı. Avliyana’dan başlayıp kasabada sona eren yola girdi. Katırlı, atlı ve eşekli köylüler sağından solundan geçiyordu. Onun bir binek hayvanı olmamıştı. İsterse olurdu, bakımını göz önüne alamadığından binek hayvanı saklamıyordu. Ürettiği balların çoğunu yıllık müşterilerine satıyordu. Kalan ballarını ise semt pazarına götürüyordu. Onun için binek hayvanı şart değildi.
Köylülerin varlıkları binek hayvanlarına göre belli oluyordu. Atı olanlar köyün varlıklısı, ileri gelenleriydi. Katırı olanlar orta halli, eşeği olanlar ise köyün fakirleriydi.
Zayıf, çelimsiz eşeğin üzerinde yaşlı kadın düşmemek için semerin ağaçtan yapılmış kaşlarını sıkı sıkı tutuyordu. Eşeğin kulakları yana düşmüştü, belli ki çok yaşlıydı, üzerindeki kadın gibi. Biraz daha yaklaşınca kadının Guş Nene olduğunu gördü Paşa:
-Nenem, çarşıya mı?
-Sana ne?
Guş Nene’nin tavrıydı, başkasını ilgilendirmeyen durumlarda aynı soruyu sorardı. Paşa, gülümsedi:
-Süslenmiş püslenmişsin.
-He, süslendim, püslendim, belki bir koca bulurum, tövbe tövbe.
-Belli mi olur senin yaşında olan birine rastlarsın.
Eşeğin yularını çeken Zekiye, Paşa’yı tanımayınca hiç söze karışmıyordu. Sadece bir kez yüzüne baktı. Paşa, Guş Nene’yi bir kere eline koymuştu:
-Entarin de alacalı bulacalı, lastiklerin de yeni.
-Sağ olsun Salih Bey aldı. Ver o heybeni eşeğe asalım, omuzunda taşıma.
-Yok nenem, içinde çerçeveler var, sallanırsa balları akar.
Guş Nene’nin Paşa Osman geldi aklına. Her bal sağımında kendisine bir çerçeve bal ile helva getirirdi. “Bu Paşa, hayırsız çıktı” dedi kendi kendine.
-Bir şey mi dedin nene?
-Baban Paşa Osman geldi aklıma.
-Tanır mıydın babamı?
-Babanı tanımayan mı vardı oğul ama sen ona hiç benzemedin.
-Olur mu nenem, babamın yaptığı işi yapıyorum.
-Yapıyorsun da o arıları sağdığı zaman bir çerçeve bal getirirdi bana, yanında helva ile.
-Bağışla nenem, borcum olsun yarın balını getireceğim.
Zekiye, Guş Nene ile sohbeti artıran Paşa’ya zaman zaman geri dönerek dikkatlice bakıyordu. O da yeni entarisi ile yeni lastiklerini giymişti.
-Ne götürüyorsun satmaya nenem?
-Ne götüreceğim? Biraz fasulye biraz da yağ var.
-Torbalarında satacağın ne varsa ben hepsini alıyorum.
-Alıyor musun?
-Evet nenem, cebinden para çıkardı, Guş Nene’ye uzattı.
-Al bu para yeter mi?
-Dur kız Zekiye.
Zekiye durdu. Guş nene eşeğin üzerinden Paşa’nın gözlerinin içine baktı. İçi bir hoş oldu. Fena çocuk da değil bu oğlan. Ama benim Zekiye’mden yaşlı. Zekiye daha ne ki çocuk. Yok yok olmaz.
-Al nenem.
-Ben paradan anlamam, Zekiye’ye ver parayı ne az ver ne de çok. Az da verirsen almam, çok da verirsen almam.
-Al nenem, o torbaların içinde senin alın terin var. Onun değeri biçilmez. Azdan az olur çoktan çok. Yarın balını getirdiğimde alırım. Tamam mı?
-Şimdi sen bana bal getireceksin ben de sana torbanın içerisindekileri para ile vereceğim. Ula, hangi kitapta yazıyor?
-Senin duaların yeter nenem. Çarşıdan da helvanı alacağım. Hele ver o mübarek elini öpeyim. Köye geldiğimde bana babamı anlatırsın, olur mu?
-Olur Paşa Osman’ın oğlu Paşa, olur.
Kasabaya kadar sohbet ederek geldiler. Yolun nasıl bittiğini anlayamadılar.
Xxx
-Çay dört, demli olsun!
Sabahın erken saatlerinden itibaren Ardasa kasabası köylerden gelenlerle kalabalıklaşıyordu. At kişnemeleri, eşek anırmaları birbirine karışıyordu. Kasabaya işi olan da geliyordu işi olmayanlar da. Toprak damlı Hacı’nın kahvesinin önü köylerden gelenlerle doluyordu. Kasabaya gelip de Hacı’nın çayından içmemek olmazdı. Hacı, yılların verdiği tecrübe ile kimin hangi köyden olduğunu çok iyi biliyordu. Birini aramak istersen mutlaka kahveci Hacı’ya sorman gerekiyordu. Bir anda çarşının içerisini nal sesleri çınlattı. Gelenler Zermutlular’dı. Zermut’ta her kapıda mutlaka bir at vardı. Atalarından gelen bir gelenek halini almıştı at beslemek. Herkes en iyi atı yetiştirmek için elinden geleni yapıyordu. Bu köylü erkeklerin bağdan, bahçeden, tarladan, bostandan daha önemli işi at bakımıydı.
-Zermutlular da geldi.
-Güzel atları var.
-Doğru söylersin. Adamlarda at beslemek bir sanat arkadaş. Hiç kimse onlar gibi at bakamıyor.
-Baksana şu yürüyüşlerine.
Hacı’nın kahvesinde yer bulamayan köylüler Ali Osman’ın kahvehanesine geliyorlardı. Elli yaşlarındaki zabıta Bayraktarların Mehmet, elleri arkasında önce çarşıyı teftişe çıkmıştı. Kasabanın içine hayvan çektirmiyordu. Bir hafta göz yumdu, çarşının içerisi hayvan pislikleriyle dolmuştu. Ertesi gün tellal bağırtan Bayraktarların Mehmet, çarşı içerisine hayvan çekilmesini yasaklamıştı. Çeken olursa hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan para cezasını yazıyordu. Herkes onu görevine düşkünlüğü ile tanırdı. Çarşı esnafı ondan çekindiği kadar da severlerdi. Çok esprili konuşmaları dinleyenleri kırıp geçiriyordu gülmekten.
-Asayiş berkemal mi Bayraktar?
-Sana ne asayişten, sen işine bak.
-Hani sorayım dedim.
-Sorma.
-Kızma canım, sözümü geri aldım.
-Geri alacağın sözü niye söylersin.
-Tövbe tövbe.
Kurt İsmail’in dükkanından aşağıya doğru gidiyordu ki:
-Gel Mehmet, çarşıyı dolaştın, sana bir çay söyleyeyim de içiver.
-İyi olur İsmail abi, çayını içeyim ama sanma ki yanlışını görünce ceza yazmayacağım.
-Görürsen yaz.
-Bak şimdi bu Zermutlular, atları ile kasabalılara hava atıyorlar. Atları, çarşının başından çarşı çıkışına kadar götürüp dönüyorlar. Bu arada ne oluyor atlar çarşının içerisine pisliyorlar.
-Yasakla.
-Bugün tellal bağırtacağım, çarşı içerisine, at, eşek, katır ve hayvan girişini yasaklayacağım. Çarşı yoksa hayvan pisliğinden batacak. Neyse, ben şu pazarı da bir demetleyeyim, köylü kadınlar, yer yüzünden kavga ediyorlar. Çayına teşekkür ederim İsmail abi.
-Afiyet olsun, hayırlı işler.
Tam köprünün ortasına gelince durdu. Pazar yeri buradan çok iyi görünüyordu. Pazarcıların müşteri çağırıları ortalığı çınlatıyordu. Dışarıdan gelen seyyar satıcı pek azdı. Semt pazarını kasabanın köylerinden gelenler dolduruyordu. Bayraktar’ın Mehmet hepsinin durumunu bildiği için işgaliye parası almadıkları vardı. İki elini de köprünün korkuluk taşlarına dayadı, uzun süre pazara doğru baktı.
-Şimdi sen git, köyünden yumurta, peynir, tereyağı, fasulye getirip satan şu kadınlardan işgaliye parası al. Hiç olacak iş mi? Zavallılar, sabah namazında yola çıkıyorlar, aç susuz. Satan oluyor satamayan da. Yok yok ben bu bizim Belediye Reisi ile konuşup, köylülerden işgal parası almayalım diyeceğim. Ne gideyim yanlarına, bağırsın satsınlar. Reis sorarsa bana “Bu hafta işgaliye parası almadım” derim. Maaşımdan mı kesecek, varsın kessin.
Ellerini yine arkasında kavuşturdu, köprüyü geçip sola döndü. Pazara hangi satıcıların geldiğini kontrol ettikten sonra, köylülere ayrılan alana yürüdü.
-Bereketli olsun bacılar.
-Sağol zabıta amca.
-Nasıl gidiyor satışlar?
-Nerde köyden getirdiğim gibi duruyor.
-Siz şimdi diyeceksiniz ki, bizden işgaliye parası alma, he?
-Görüyorsun durumu.
-Bu hafta almayacağım ama gelecek hafta alacağım haberiniz olsun.
-Allah razı olsun zabıta amca.
(Devamı var)