"GÖRMEMİŞİN BİRİNİN BİR GÖLETİ OLMUŞ, TUTMUŞ SULARI TA GÖZÜNDEN KURUTMUŞ." Bu söz, atasözü ya da deyim değil. Bizzat benim sözümdür ve yaşadığım bir olayın yazılı ifadesidir. Memleketime her yıl 1 aylık tatilimi ayırırım. Bundan da büyük bir şeref duyarım. Ani bir kararla memleketime köyüme gitmeye karar verdim. Şenlikten bir gün önceydi ve (29 Haziran 2013) doğal olarak Söğütlü Ernek Yaylası’na uğramıştı yolum. -Uğramaz olaydım- Ernek Yaylası Göleti Canavarı’na yakalandım. Bu öyle bir canavar ki 50 yılda bir ortaya çıkar. En son Emine Ana’ma görünmüş bu canavar! 1993 yılında çalışmalarına başladığım ve 1997 yılında yayınladığım Söğütlü Beldesi Sözlü Tarih Kitabı çalışmalarım sırasında adına rastlamıştım. Ernek Yaylası Göleti Canavarı’nın izine ilk kez bu yıllarda rastlanmıştır. Kesin olmamakla birlikte 1960-1964 yılları arasında resmen doğan canavar, ne yazık ki yıllardır özel hayatımıza da girdi.
29 Haziran 2013 cumartesi günü her yönüyle ayrımcılıklarla ve kısır döngülerle dolu bir Yayla Şenliği’ne gitmeyeceğimi bütün onur sahibi kişiler bilir. Bu gerçeği hatırlatarak haklı olarak sıla-i rahim deyip anne babamı ziyarete Söğütlü Ernek Yaylası’na gittim. Güzel bir yolculuktan sonra 9 ay ayrı kaldığım topraklara doya doya baktım. Yaydığım öküzler, danalar, tosunlar, kuzular bir bir gözümün önünden geçti adeta. Her karışında bir anı sakladığım hatıra defterim hükmündeki bu yerlere 40’a merdiven dayayan hayatım boyunca büyük bir sevgi beslemişimdir.
Annemi, babamı gördükten sonra soğuk bir su içmek için buzdolabından akar gibi soğuk mu soğuk pınarın yolunu tuttum. Ev ile pınar arasındaki 80 adımda seksen tane hayal kurdum dersem abartmış olmam. Ankara’da hayalleriyle kandığım çeşmeye ulaşınca birkaç dakika suyun akışını seyrettim. Elimi uzattım. Birkaç saniye sonra dayanılmaz bir soğuk ile uyuşan parmaklarımı geri çektim. İşte benim aylarca hayalini kurduğum serinlik bu diye söylendim.
Hemen arkamda durgun sularıyla gök maviliğini sinesine çeken yapay bir gölet duruyordu. Göletin etrafında kimseler yok. İkindi ezanına birkaç dakika var. Etrafı yüksekçe bir duvarla çevrili olan cami bahçesinde abdest alan birkaç kişinin sesi geliyor. Cami hoparlöründen önce “Essela…” diye başlayan sonra hatasını anlayan kim olduğunu bilmediğim bir kişi tarafından düzeltme yapılarak “Allahüekber…” diye devam eden bir ezan sesi ruhuma huzur verdi.
Bir kadın, leğendeki tabaklarını yıkamış, donmuş elleriyle evinin yolunu tutmuş. Çamların dibi diye isimlendirilen yamaçta iki dana başlarını sallayarak sinekleri kovalaya kovalaya otluyor. Bu sessizliğin son bulması hızlı adımlarla ilerleyen ve heyecanları yüzlerinden okunan çocukların gölün kenarına gelmesiyle başladı. Acemi avcıların muhtemelen annelerinden ısrarla aldıkları veya evden habersizce yürüttükleri çamaşır ipleri onların masumane duygularını görmeye yeter de artar bile… Bu masumiyeti görmemek için kör olmak ve hatta nankör olmak lazım. Üç çocuk… Üç masum… Üç gülünecek sevimli mi sevimli nesil… Ancak tekrar etmekte fayda görüyorum. Bu üç sevecen çocuğa nefret ve öfke ile yaklaşan harami kafalı bir muhatap olunca aklın firarı içten bile değil…
Yaşları 9 ile 12 arası olan bu üç çocuk çamaşır asma ipinin ucuna demir telini eğerek bildiğiniz bir demir teli takmışlar. Bu demir tele de kuru ekmeği tutuşturmuş gölete atıyorlar. Balıklar ekmeği yerken bir hareket olduğunu anlayan çocuklar büyük bir heyecanla ipi çekiyor. Sonuç tabii ki boş bir demir teli... İki, üç denemeden sonra ümitleri tükenmek üzere olan bu çocukların safiyâne eğlencesine şaka ile karışık seviyelerine uygun nasihatle katılıyorum. İşte tam da bu esnada Yaylananın sükûnetini, ruhumun gezindiği mazinin derinliğini, camiinin ulviliğini, çocukların neşesini, çeşmenin huzur veren musikisini bozan iğrenç bir sesle irkildi bütün Söğütlü Ernek Yaylası sakinleri… Camiinin avlusundan yankılana yankılana gelen bu gürültü, bir insandan çıkmış olamazdı. Çok geçmedi yanıldığımı anladım. Hayretimi ve merakımı gizleyemedim. Yönümü bu iğrenç sesin geldiği yöne çevirdim. Kulaklarıma inanamadığım gibi gözlerim de şaşkındı bu görüntü karşısında. Bu yüz evet bu yüz tanıdıktı. Fakat o yamyam homurtusu da neydi? O ses bu bedenden, o seviyesizlik bu statüden çıkmış olamazdı. Evet ne yazık ki sefil bir yaratığa layık gördüğüm o ses bu bedenden; alçak değil çukur hükmündeki o seviyesizlik de bu statüden çıkmıştı. Beynini kiraya vermiş, at gözlüğü takmış bir varlıktı bu Ernek Yaylası Göleti Canavarı… Kara kuru bir kafadan firarî korkunç bir homurdanmaydı bu… Akıllara ziyan bir öfkenin üç masum çocuğa savrulan tehditlerinden ibaretti bu ruh hali… Dehşet içindeydi. Gözleri kocaman olmuştu. Yerinden fırlayacak gibi duran koca gözler çocukları kucaklayıp oradan uzaklaştıracak kadar ürperti vermişti. Bir taraftan da bu insan görünümlü bir yaratık olabilir mi diye düşündüm. Ernek Yaylası Göleti Canavarı diye bir hayali yaratığın varlığından bahseden Hanım Anam (Emine Ana’mdan duymuş) haklı mıydı? Bu canavar o iğrenç yüzünü bula bula bana mı gösterdi. Bu nasıl bir şans diye içimden düşünmeye başladım. Ernek Yaylası Göleti Canavarı’ndan çıkan korkunç ses, zihnimde deprem etkisi yaratmış olmanın yanında yıllardır “Ayıya neden dayı denir?” sorusunu aklıma sordurdu.
Bu ses beni yıllar öncesine götürdü. Ortaokul 1. sınıftaydım. Rahmetli Muharrem MUTLU Ağabeyimle Haramın Dereler denen yerde mal yayıyorduk (otlatmak). Öfkeli bir insan sesi duydum. Etrafını yıka yıka geliyordu. Neler olduğunu anlayamamıştım. Hatırladığım tek şey rahmetli Muharrem Ağabey'imin beni sırtlayıp ormana aşağı kaçırması olmuştu. Benim bir insandan geldiğini sandığım bu sesin kaynağı meğer bir "dayı" imiş. O akşam gözüme uyku girmemişti. O günden sonra ayıya dayı denmesinin sebebini anlamıştım.
Anıları bırakıp dönelim bizim Ernek Yaylası Göleti Canavarı’na. Yamyamistan sefir-i kebiri, bütün halkın kucaklayıcısı olması gereken eski mübarek adam, çocukların örnek alacağı yeni zât-ı âlî nam-ı diğer Abuzittin Kılkuyruk, fal taşı gibi olmuş gözleri, Allah’ın selamını bile kendisinden yana görüş bildirmeyenlere vermeyen Emevi imanı, şaftı kaymış yüzü ve piknik piknik gezdirdiği kıllı göbeği, az önce yediklerini kusarcasına salya sümük sulanan burnu ve kan sızan ağzıyla: "Hayt, heyt, lan, veletler, çekilin şurrdan, defoluun, Hoca! Bırahın. Hır mır, cart curt, şart şurut..." şeklinde hırladı, zırladı, homurdandı.
Çocuklar korku içinde annelerinden bir yolla aldıkları ipi toplayıp kaçmaya çalışırken Gölet Canavarı, korkuttuğu çocukların karşısında gururla arka ayakları üzerine dikildi. Bir sağa bir sola kükredi… Çocuklardan kilolu olan “Dayı senin ağzın ve göbeğin neden büyük?” Diye bir soru sormasın mı? Büyük bir sessizlik hâkim oldu. Adeta herkes korku içinde küçük dilini yutmuştu ki canavar kıllı göğsüne vurarak “Uzaklaşın bu göletten, zaten sizin dedenizi de sevmiyorum.” Dedi. Bu söz bütün kuyruk yarasını ortaya sermişti. Bu canavar kin güdüyordu. Bir müddet sonra aklınca asıl muhatabı, rakibi, korku kaynağı olan bu olayı gözlemleyen ben müellife fırca atmış olma ve gözdağı vermiş olmanın şımarıklığıyla göz kapaklarını kıstı. Bu canavar dilinde “Seni hiç sevmiyorum.” Anlamına gelmektedir. Karşısında karakter sahibi ve sakin bir insan bulan bu sefil Gölet Canavarı, hiçbir şey demeden arkasını döndü ve yıllardır ücretsiz seyahat etme hakkını yağcılıkla elde etmiş akıl fukarası hükmündeki dostlarıyla yaylana yaylana yürüdü. Memur Ali’nin, memur Ayşe’nin, memur Muzaffer'in, memur Niyazi'nin, memur Hasan'ın vergileriyle alınan devletin arabasına (uçağına) bindi ve 3 çocuktan en zayıfının ifadesiyle: “Gölet Canavarı sırıtarak def oldu, gitti.” Bu ne müthiş benzetme, bu ne temiz ifade…
Bir eğitimci olarak günlerdir dehşet içindeyim. Yeni nesillerin aşağılanması, hakarete layık görülmesi beni çok çok üzdü... Basiretsizlik, sefillik, makamının ağırlığını taşıyamamak, at gözlüğü takmak, beynini kiraya vermek bu olsa gerek! Bu arada görgü şahitleri abdest alıyordu. Onların hali bana büyük bilge Yunus Emre’nin şu dörtlüklerini hatırlattı:
29 Haziran 2013 cumartesi günü her yönüyle ayrımcılıklarla ve kısır döngülerle dolu bir Yayla Şenliği’ne gitmeyeceğimi bütün onur sahibi kişiler bilir. Bu gerçeği hatırlatarak haklı olarak sıla-i rahim deyip anne babamı ziyarete Söğütlü Ernek Yaylası’na gittim. Güzel bir yolculuktan sonra 9 ay ayrı kaldığım topraklara doya doya baktım. Yaydığım öküzler, danalar, tosunlar, kuzular bir bir gözümün önünden geçti adeta. Her karışında bir anı sakladığım hatıra defterim hükmündeki bu yerlere 40’a merdiven dayayan hayatım boyunca büyük bir sevgi beslemişimdir.
Annemi, babamı gördükten sonra soğuk bir su içmek için buzdolabından akar gibi soğuk mu soğuk pınarın yolunu tuttum. Ev ile pınar arasındaki 80 adımda seksen tane hayal kurdum dersem abartmış olmam. Ankara’da hayalleriyle kandığım çeşmeye ulaşınca birkaç dakika suyun akışını seyrettim. Elimi uzattım. Birkaç saniye sonra dayanılmaz bir soğuk ile uyuşan parmaklarımı geri çektim. İşte benim aylarca hayalini kurduğum serinlik bu diye söylendim.
Hemen arkamda durgun sularıyla gök maviliğini sinesine çeken yapay bir gölet duruyordu. Göletin etrafında kimseler yok. İkindi ezanına birkaç dakika var. Etrafı yüksekçe bir duvarla çevrili olan cami bahçesinde abdest alan birkaç kişinin sesi geliyor. Cami hoparlöründen önce “Essela…” diye başlayan sonra hatasını anlayan kim olduğunu bilmediğim bir kişi tarafından düzeltme yapılarak “Allahüekber…” diye devam eden bir ezan sesi ruhuma huzur verdi.
Bir kadın, leğendeki tabaklarını yıkamış, donmuş elleriyle evinin yolunu tutmuş. Çamların dibi diye isimlendirilen yamaçta iki dana başlarını sallayarak sinekleri kovalaya kovalaya otluyor. Bu sessizliğin son bulması hızlı adımlarla ilerleyen ve heyecanları yüzlerinden okunan çocukların gölün kenarına gelmesiyle başladı. Acemi avcıların muhtemelen annelerinden ısrarla aldıkları veya evden habersizce yürüttükleri çamaşır ipleri onların masumane duygularını görmeye yeter de artar bile… Bu masumiyeti görmemek için kör olmak ve hatta nankör olmak lazım. Üç çocuk… Üç masum… Üç gülünecek sevimli mi sevimli nesil… Ancak tekrar etmekte fayda görüyorum. Bu üç sevecen çocuğa nefret ve öfke ile yaklaşan harami kafalı bir muhatap olunca aklın firarı içten bile değil…
Yaşları 9 ile 12 arası olan bu üç çocuk çamaşır asma ipinin ucuna demir telini eğerek bildiğiniz bir demir teli takmışlar. Bu demir tele de kuru ekmeği tutuşturmuş gölete atıyorlar. Balıklar ekmeği yerken bir hareket olduğunu anlayan çocuklar büyük bir heyecanla ipi çekiyor. Sonuç tabii ki boş bir demir teli... İki, üç denemeden sonra ümitleri tükenmek üzere olan bu çocukların safiyâne eğlencesine şaka ile karışık seviyelerine uygun nasihatle katılıyorum. İşte tam da bu esnada Yaylananın sükûnetini, ruhumun gezindiği mazinin derinliğini, camiinin ulviliğini, çocukların neşesini, çeşmenin huzur veren musikisini bozan iğrenç bir sesle irkildi bütün Söğütlü Ernek Yaylası sakinleri… Camiinin avlusundan yankılana yankılana gelen bu gürültü, bir insandan çıkmış olamazdı. Çok geçmedi yanıldığımı anladım. Hayretimi ve merakımı gizleyemedim. Yönümü bu iğrenç sesin geldiği yöne çevirdim. Kulaklarıma inanamadığım gibi gözlerim de şaşkındı bu görüntü karşısında. Bu yüz evet bu yüz tanıdıktı. Fakat o yamyam homurtusu da neydi? O ses bu bedenden, o seviyesizlik bu statüden çıkmış olamazdı. Evet ne yazık ki sefil bir yaratığa layık gördüğüm o ses bu bedenden; alçak değil çukur hükmündeki o seviyesizlik de bu statüden çıkmıştı. Beynini kiraya vermiş, at gözlüğü takmış bir varlıktı bu Ernek Yaylası Göleti Canavarı… Kara kuru bir kafadan firarî korkunç bir homurdanmaydı bu… Akıllara ziyan bir öfkenin üç masum çocuğa savrulan tehditlerinden ibaretti bu ruh hali… Dehşet içindeydi. Gözleri kocaman olmuştu. Yerinden fırlayacak gibi duran koca gözler çocukları kucaklayıp oradan uzaklaştıracak kadar ürperti vermişti. Bir taraftan da bu insan görünümlü bir yaratık olabilir mi diye düşündüm. Ernek Yaylası Göleti Canavarı diye bir hayali yaratığın varlığından bahseden Hanım Anam (Emine Ana’mdan duymuş) haklı mıydı? Bu canavar o iğrenç yüzünü bula bula bana mı gösterdi. Bu nasıl bir şans diye içimden düşünmeye başladım. Ernek Yaylası Göleti Canavarı’ndan çıkan korkunç ses, zihnimde deprem etkisi yaratmış olmanın yanında yıllardır “Ayıya neden dayı denir?” sorusunu aklıma sordurdu.
Bu ses beni yıllar öncesine götürdü. Ortaokul 1. sınıftaydım. Rahmetli Muharrem MUTLU Ağabeyimle Haramın Dereler denen yerde mal yayıyorduk (otlatmak). Öfkeli bir insan sesi duydum. Etrafını yıka yıka geliyordu. Neler olduğunu anlayamamıştım. Hatırladığım tek şey rahmetli Muharrem Ağabey'imin beni sırtlayıp ormana aşağı kaçırması olmuştu. Benim bir insandan geldiğini sandığım bu sesin kaynağı meğer bir "dayı" imiş. O akşam gözüme uyku girmemişti. O günden sonra ayıya dayı denmesinin sebebini anlamıştım.
Anıları bırakıp dönelim bizim Ernek Yaylası Göleti Canavarı’na. Yamyamistan sefir-i kebiri, bütün halkın kucaklayıcısı olması gereken eski mübarek adam, çocukların örnek alacağı yeni zât-ı âlî nam-ı diğer Abuzittin Kılkuyruk, fal taşı gibi olmuş gözleri, Allah’ın selamını bile kendisinden yana görüş bildirmeyenlere vermeyen Emevi imanı, şaftı kaymış yüzü ve piknik piknik gezdirdiği kıllı göbeği, az önce yediklerini kusarcasına salya sümük sulanan burnu ve kan sızan ağzıyla: "Hayt, heyt, lan, veletler, çekilin şurrdan, defoluun, Hoca! Bırahın. Hır mır, cart curt, şart şurut..." şeklinde hırladı, zırladı, homurdandı.
Çocuklar korku içinde annelerinden bir yolla aldıkları ipi toplayıp kaçmaya çalışırken Gölet Canavarı, korkuttuğu çocukların karşısında gururla arka ayakları üzerine dikildi. Bir sağa bir sola kükredi… Çocuklardan kilolu olan “Dayı senin ağzın ve göbeğin neden büyük?” Diye bir soru sormasın mı? Büyük bir sessizlik hâkim oldu. Adeta herkes korku içinde küçük dilini yutmuştu ki canavar kıllı göğsüne vurarak “Uzaklaşın bu göletten, zaten sizin dedenizi de sevmiyorum.” Dedi. Bu söz bütün kuyruk yarasını ortaya sermişti. Bu canavar kin güdüyordu. Bir müddet sonra aklınca asıl muhatabı, rakibi, korku kaynağı olan bu olayı gözlemleyen ben müellife fırca atmış olma ve gözdağı vermiş olmanın şımarıklığıyla göz kapaklarını kıstı. Bu canavar dilinde “Seni hiç sevmiyorum.” Anlamına gelmektedir. Karşısında karakter sahibi ve sakin bir insan bulan bu sefil Gölet Canavarı, hiçbir şey demeden arkasını döndü ve yıllardır ücretsiz seyahat etme hakkını yağcılıkla elde etmiş akıl fukarası hükmündeki dostlarıyla yaylana yaylana yürüdü. Memur Ali’nin, memur Ayşe’nin, memur Muzaffer'in, memur Niyazi'nin, memur Hasan'ın vergileriyle alınan devletin arabasına (uçağına) bindi ve 3 çocuktan en zayıfının ifadesiyle: “Gölet Canavarı sırıtarak def oldu, gitti.” Bu ne müthiş benzetme, bu ne temiz ifade…
Bir eğitimci olarak günlerdir dehşet içindeyim. Yeni nesillerin aşağılanması, hakarete layık görülmesi beni çok çok üzdü... Basiretsizlik, sefillik, makamının ağırlığını taşıyamamak, at gözlüğü takmak, beynini kiraya vermek bu olsa gerek! Bu arada görgü şahitleri abdest alıyordu. Onların hali bana büyük bilge Yunus Emre’nin şu dörtlüklerini hatırlattı:
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
Bir gönülü yaptın ise
Er eteğin tuttun ise
Bir kez hayır ettin ise
Binde bir ise az değil.
Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hak'kı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil.
Haksızlık karşısında sustular ne yazık ki. Hak-hukuk konusunda bir Müslüman’ın tavrının ne olacağını yücelerin yücesi olan kitabımız Kur'an-ı Kerim açıkça belirtmiş olmasına rağmen bu kibir ve talan nedir? Müslüman şeksiz, riyasız, yalansız, talansız olur. Hak ve adalet onun diğer adıdır. Hz. Muhammed (SAV) tek başına bütün insanlığa ışıktır.
Bu nasıl bir canavarlık anlayışı? Ben “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” deyip geçemem. Bu kişi bir canavar da olsa devletin arabası, devletin yakıtı, devletin parası, devletin statüsü asla kibirli ve savurgan bir şekilde kullanılamaz. Bir Gölet Canavarı’na yakışıyor mu? Devletimiz çok büyük, kimseye tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmez.
Kibir, talan, savurganlık, haksızlık, halkı küçümsemek, ülkemizin geleceği olan çocuklarımızı adam yerine koymamak ne insana ne de Ernek Yaylası Göleti Canavarı’na yakışmaz. Canavar dediğin muhafazakârdır. Kârını muhafaza eden kişi değildir. Toplumu kutuplara ayırmak, maske takıp roller yaparak aldatmak en büyük riyakârlıktır. Ernek Yaylası Göleti Canavarı şahsında Abuzittin Kılkuyruklar için bu köşe yazımda büyük ibretler vardır. Yeter ki at gözlü takmasınlar ve beyinlerini kiraya vermesinler. Sözüm kimseye değil Abuzittinlere…
Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.
Muzaffer ARSLAN
Uzman Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni