TASAVVUF İNSANLIĞA NE VAAT EDİYOR?

Tasavvuf gerçek bir denge ve itidal yoludur. Tasavvuf ne dünyayı ne de ahireti ihmal etmek anlamına gelmez. Fıtrat yolu olan İslâm, insanın maddi ve manevi huzuru için en doğru ve hayırlı yoldur. Tasavvuf bu gerçeği evrensel bir ilke haline getirmiş ve hayatın her alanına uyarlamıştır.

Tasavvufun dün olduğu gibi bugün de temel cazibesi buradan gelmektedir. Yüzyıllar boyunca tasavvuf büyükleri ve dervişler, İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına barış ve irşad yoluyla yaymışlardır. Kimseyi zorlamadan, hileye başvurmadan, tatlı dille ve ikna yoluyla, gönülleri kazanarak insanları doğru yola davet etmişlerdir. Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Endonezya’ya kadar İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinde milyonlarca insan, İslâm ile maneviyat mürşitleri sayesinde şeref bulmuşlardır.

Tasavvuf bu misyonunu bugün de icra etmeye devam etmektedir. Dünyamızın giderek maddileştiği, maneviyat pınarlarının kuruduğu bir çağda, tasavvufun ahlâk, erdem ve ihsan mesajı daha da önemli hale gelmektedir.

Maddi zenginlik ve refahta en ileri noktaya gelen toplumlar büyük bir manevi açlık içinde bulunmaktadır. Zira maddi zevk insanı bir noktaya kadar mutlu edebilir. “Ben kimim?”, “Hayatımın gayesi nedir?” gibi temel sorular, insanın karşısına her yerde çıkmaktadır. Bu soruya tatmin edici bir cevap veremediğinizde hayatımızın anlamı ortadan kalkar. İstikameti, manevi hazzı, neşvesi, heyecanı olmayan bir hayat yaşamaya başlarız.

Fakat insan akleden, düşünen bir varlık olduğu için anlamsız bir hayat yaşayamaz. Hayatını anlamlandırmak için mutlaka bir yerlere tutunması gerekir. Eğer elinde doğru bir kılavuz yoksa, yanlış yollara sapar; sahte tanrılardan medet umar. Lakin bu, insanın şerefine yakışır bir durum değildir. Allah’ın verdiği aklı ve vicdanı doğru kullanamayıp doğru yoldan sapan bir insan, her şeyden önce kendi varlığını ve değerini ayaklar altına almış demektir.

Tasavvuf hem geleneksel toplumlara hem de modern insana hitap edebilmektedir. Zira o, geleneği canlı bir şekilde yaşatmakta ve varlığımıza ilişkin temel sorulara ikna edici cevaplar vermektedir. Bu sorulara tatmin edici cevaplar veremese, bugün tasavvufun milyonlarca müntesibi olmazdı.

Bugün İbn Arabi ve Mevlâna k.s. gibi tasavvuf yolunun büyük mürşitleri sadece İslâm dünyasında değil, Batıda da bilinmekte, eserleri okunmakta, hayatları incelenmektedir. Bir Amerikalı, bir Fransız, bir Japon Hz. Mevlâna’da ne bulur? İbn Arabi’den ne almak ister? Yunus Emre’yi anlayabilir mi? Gazalî’den feyiz alabilir mi?

Evet alabilir. Zaten almaktadırlar da. Çünkü insanın maneviyat arayışı evrenseldir. Yer, zaman, ülke, cins, ırk, dil, kültür dinlemez. Arayan ile aradığı şey buluştuğunda, her tür sınır, her çeşit engel aşılır.

Peki tasavvuf modern insana ne vadediyor? 

Modern insan aslında varlık ile yokluk arasında bocalayan bir özne. Bir tarafta insanlık tarihinin hiç görmediği kadar geniş imkanlara sahibiz. Modern bilim ve teknoloji, dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Ülkelerin elinde yüz milyarlarca dolarlık kaynak var.

Ama buna rağmen dünyada o kadar çok adaletsizlik, zulüm, savaş, haksızlık, açlık, salgın hastalık var ki insan bu acziyet karşısında şaşakalıyor. İnsanlık varlık içinde yokluk çekiyor. 

Fakat asıl önemlisi, bu kadar maddi varlık ve imkan, insanı daha mutlu, daha mutmain, daha kanaatkâr, daha adil ve paylaşımcı yapmıyor. Tersine, daha fazla kazanç, kâr ve iktidar hırsı insanı insanlıktan çıkartıyor, onu bir canavar haline getiriyor. Kendi başına bırakıldığında bu canavar sadece adalet üretmiyor; tersine savaş ve zulüm yapıyor. Kendine zarar vermenin ötesinde bütün insanlığı ortadan kaldıracak, yeryüzünün sonunu getirecek kitle imha silahları, biyolojik ve kimyasal silahlar yapabiliyor. Bunları kullanabiliyor.

Bu canavara kim nasıl dur diyecek? Ülkelerin ve uluslararası kurum ve kuruluşların alacağı tedbirler ancak bir noktaya kadar etkili olabilir. Siyasî ve ekonomik yaptırımlar kısmen işe yarayabilir. Yirminci yüzyıl, yarım kalmış ve akamete uğramış onlarca böyle girişimle dolu.

Asıl yapılması gereken bir zihniyet devrimidir. Hayata, varlığa, tabiata, insana, çevremize, diğer insanlara bakışımızı köklü bir şekilde değiştirmeden insan onuruna yakışır ve adalete dayalı küresel bir düzen kurmak mümkün olmayacaktır. 

Tasavvufun maneviyat ve ahlâk yolu, bu zihniyet devriminin ipuçlarını bize vermektedir. İç huzuruna kavuşmuş, çevresiyle, tabiatla ve Rabbiyle barışık insanlar ancak yeni bir dünya düzeni kurabilir. Kendi iç disiplinini ve huzurunu tesis edememiş toplumların kurduğu bir medeniyet ve dünya düzeni ancak kaos, haksızlık ve gözyaşı üretir.

Maneviyat yolu olarak tasavvuf, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde insanlığa bir çıkış yolu sunmaktadır. “Ben kimim ve ne için varım?” sorusunun cevabını ne tek başına felsefe, ne siyaset yahut bilim verebilir. Bu soruların cevabını ancak ve ancak metafizik bir ilkeye bağlanarak bulabiliriz.

Bir tarafta hayatın anlamından mahrum bir nesne haline gelen, öbür tarafta bir canavara dönüşen insanoğlunu dengede tutacak olan şey, onun uhrevî, ahlâkî ve metafizik bir ilkeye tabi olması ve beşeriyetten insaniyet makamına yükselmesidir. Tasavvufun insanları davet ettiği ahlâk ve irfan yolu, hem hayatımıza anlam katar hem de bizi ifrat ve tefritten, her tür aşırılıktan muhafaza eder.

Toplumda bir düzen inşa etmek için de ahlâk ve irfan yoluna ihtiyacımız var. Ahlâkî değerleri bozulmuş, birbirine düşmüş, başkalarını düşman gören, onların zafiyetleri üzerine iktidar kurmaya çalışan bir toplumun barış ve huzur üretmesi mümkün değildir. 

Erdemli bir toplum ideali için çalışmak, adalet ve paylaşıma dayalı bir toplum düzeninin birinci şartıdır. Erdemli toplum, özünde ahlâkî bir toplum tasavvurudur. Yani toplumun adalet, hak, hukuk, eşitlik, paylaşım, saygı, cömertlik, emeğe saygı, yapılanı takdir etme gibi temel ahlâkî ilkeler etrafında şekillenmesidir. İşte bu ideale ulaşmak için de tasavvufun ahlâk ve irfan yolunun kılavuzluğuna ihtiyacımız var.

İnsanlık maddi, ekonomik ve teknolojik olarak çok ileri noktalara gelmiş olabilir. Ama bu onun kemal mertebesine ulaştığı anlamına gelmez. Şu haliyle dünya, gittikçe hızlanan, hızlandıkça da parçalanma ihtimali artan bir araca benziyor. Son sürat giden ama istikametini bilmeyen, nereye ne için gittiğini idrak edemeyen bir araç, en nihayetinde kendi sonunu getirir.

Bu gidişe dur demek için çok sağlam ilkelere ve kurallara ihtiyacımız var. Bu ilkeleri kafamıza göre oluşturmak durumunda değiliz. Zira zaman ve mekân üstü bu ilkeler zaten mevcut. Önemli olan temiz suyu hangi kaynaktan alacağımızı bilmek.

Tasavvufun yüzlerce yıllık ahlâk, irfan ve irşad yolu, işte bu temiz suyun menbaıdır.

YORUM EKLE