MEHMET AKİF’İ ANMAK ANLAMAK

Bizde gelenektir sadece doğum gününde, ölüm yıldönümlerinde ya da tarihe mal olmuş kabul günlerinde büyük şahsiyetleri hatırlamak ve anmak. Tarihimizdeki önemli karakterleri rol model almak diye bir düşüncemiz olmaz. Onların çağları aşan fikir ve düşüncelerinden yararlanmayı aklımızın ucundan geçirmeyiz. Sığ alanda düşünürüz, sığ alanda yaşarız, daha doğrusu hep günübirlik yaşarız. Hedeflerimiz de günübirliktir. On yıllık, yüz yıllık ve daha ötelerini düşünecek durumdan tamamen uzaklaşmışız, uzaklaştırılmışız. Günübirlik siyasi ve sosyal kavgalarla günlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı hatta ve hatta geleceğimizi yok eder bir duruma geldik. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı” diyen Akif nasıl düşünürdü nasıl yaşardı buna bir bakmak gerekir diye düşünüyorum. Arkadaşları şöyle anlatıyor Akif’i: Üstad’ın her şeyi tamamdı: Alâkası da, alakasızlığı da, düşmanlığı da. Sizi sever, dost kabul ederse, artık tamamıyla kalbini size bağlamıştır. Sizin için her fedakârlığa hazırdır. Eleminiz onun elemi, ferahınız onun ferahıdır. Kendi kendinizle dertleşmenizle onunla dertleşmek arasında hiçbir fark yoktur. En büyük sıkıntınızı ona söyler, en büyük alâkayı, ondan görürsünüz. Onun dostluğuna mazhar olanlar onun bu hususta ne yüksek seciyeye sahip olduğunu bilirler. Alakasızlığı da böyle idi. Sevmediği, ruhunun ısınmadığı adamlara hiçbir alâka göstermezdi. Onlar tarafından şahsı için dünyalar kadar fayda gelme bile yine aldırmaz, onlarla görüşmek bile istemezdi. Görüştüklerinden birinin faziletsiz bir yol tuttuğunu, insanlığa, arkadaşlığa muhalif bir harekette bulunduğunu işitince hemen selâmı keser, bir daha onunla konuşmaz, onun bütün sevgisini, hâtırasını kalbinden koparıp atardı. Artık onun nazarında o adam bir taş parçasından başka bir şey değildi. Bir gün böyle yolunu sapıtan bir arkadaşı Babıâli caddesinde kendisine rast geldi. Selâm verdi. Üstad hiç aldırmadı. Adamcağız fena halde bozuldu: “– Akif Bey, dedi. Selâmımı niçin almadın?” Ağzını büktü: “– Artık görüşmemizde bir fayda yok!” dedi. Ve yürüdü gitti. Bir daha da o adamın ismini anmadı.


Mithat Cemal KUNTAY Akif’le ilgili bir anısını şöyle anlatır. Akif için kelimelerin mefhumu tek, bu mefhumların rengi tekti. Renkler kalın çizgilerle ayrılmıştı. Birinin nerede başlayıp ötekinin nerede bittiği belli olmayan ve bir mefhuma girmiş iki renk onun dünyasında yoktu. Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü, ona dörtte gidecek de dördü on geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu on dakika kabahatti. Bundan, o, kocaman bir namus mefhumu çıkarıyordu. Ben de bu iri yarı namusa bazen kızıyor, bazen gülüyordum. Treni kaçıramazdınız: Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif in hazzetmediği şeyler işlemedi. Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa'daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat... Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğine hayret ettim: Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş'a bir vapur işlemişti. 'Bu kadar mı? dedim. Tabi ki bu kadardı. Ve tabi ki Beşiktaş'tan Çapa'ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş'tan Çapa'ya bu havada insanlar yürüyerek gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Akif de benim hayretime şaşıyordu: Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim. İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürküttü.- Akif, dedim; sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de ben bu türlü anlamayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur! Ben böyleyim! dedi. Ben de böyleyim! dedim. Bu vakadan sonra ona söz vermekten korktum. Dediğini yapacaktı sözünü yerine getirecekti. Onun için ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar mazeret değildi.


Mehmet Akif Ersoy’un Abdülhamid’le ilgili İbretlik anısını da sizlerle paylaşayım istedim. Mehmet Akif her sabah namazı için Sultanahmet Camiine gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş görür. Ne kadar erken gelirse gelsin bu durum değişmez Yaşlı adam mutlaka ondan önce gelmiş olur. Ancak bu yaşlı pir-i fani ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonra Mehmet Akif şöyle anlatıyor:


Bu yaşlı insanın bir gün yanına sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum.ve ona Cenabı Hakkın rahmetinin enginliğini anlattım ama o yine de ağlamasına devam etti. Bana derdimi tazeleme git dedi. Ben yine de ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı: Ben dedi 2. Abdülhamit zamanında orduda binbaşıydım ve ailem çok zengindi, kışladan ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ard arda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başkada işlerimizi yürütecek kimse de yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen sadarete bir dilekçe yazdım ve istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten gelen cevap olumsuzdu, istifam kabul olmamıştı. Ben ikinci ardından da üçüncü bir müracaatta bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım. Bunun üzerine hünkâra müracaata karar verdim. Bu kararımı sadarete bildirdim. İsteğim kabul edildi. Durumumu hünkâra anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkâr istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiçte zor değildi. İsteksiz bir işaretle elinin tersi ileri git dedi, seni istifa ettirdik dedi. Ben sevinerek huzurundan ayrıldım. Eve döndüm gece rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur, bölük bölük geliyor ve EFENDİMİZE teftiş veriyordu. Bu ordu idi ki kısa bir süre sonra bütün cihana karşı kavga verecekti ve bu ordunun teftişini bizzat EFENDİMİZ yapıyordu.


-Söyle bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ve Mehmet Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Yanında 4 büyük halife olduğu halde efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken ondan bir adım geride edep ve terbiye içinde boynu bükük Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim taburda geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu. EFENDİMİZ bunu görünce Abdülhamid cennet mekâna: Bu birliğin kumandanı nerde diye sordu? O da talebi üzerine istifa ettirdik dedi. İşte o esnada EFENDİMİZ beni bütün ömür boyu ağlatacak şu sözü söyledi: "Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik " dedi. Zaten başkada yapabileceğim bir şey yoktu. Zira bu pir-i fan-i tesellisini EFENDİMİZ den bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.


Mehmet Akif’in en hassas olduğu nokta müsamaha edemediği tek şey vardı. Oda dini idi. Büyük şairin gazabına uğramak isteyenler, onun şahsına değil, eserlerine değil, onun dinine taarruz etmeli idi.O zaman onun aklı fikri yerinden oynar, zabtu rabt olmayan bir aslan gibi hasmına saldırmaktan çekinmezdi. Şiirlerinde onun hücumuna maruz kalanlar, onun şahsına ve eserlerine değil onun dinine taarruz edenlerdi. Bu gün bizler de aynı şekilde milletimize, bayrağımıza, inancımıza, değerlerimize karşı hainlik yapanlara Mehmet Akif ‘çe cevap vermeliyiz.

YORUM EKLE