Çocukluğumun geçtiği kıvrım kıvrım akan yolları ile Zigana dağına vurduğumuz zaman içimi doğduğum şehir Trabzon’dan ayrılmanın hüznü kaplarken ata yurdum Gümüşhaneye kavuşmanın sevinciyle buluşsak da her zaman hüznü de sevinci de hasreti de bir arada yaşayan bir coğrafyanın boynu bükük insanları olduk.
Neşet Ertaş der ya;
İki böyük niğmetim var
Biri anam biri yarim
İkisine de hörmetim var
Biri anam biri yarim
Benim içinde Gümüşhane Kelkit ana, Trabzon da yar, ikisine de hörmetim olmuştur.
“Dalgaların ve yağmurun dilini az çok bilirim fakat neyi bildiğim gibi nereli olduğumun da henüz farkında değilim.”
Yazar böyle demiş romanında...
Nereli olduğumuzun dahi farkında olmadan ummanlara yelken açtık.
Dağlar sessiz kimsesiz
Ağaçlar döktü yaprak.
Bu son baharda geçti
Yollarına bakarak.
Dağlara derdimizi anlatırken denizlerle konuşmak zorunda kaldık.
Elli yıldan fazla elimizde küçücük öğrenci bavulu Harem iskelesinden arabalı vapurla Sirkeci’ye geçerken yeni ve acımasız bir şehir, bir o kadar da muhteşem İstanbul’un gökdelenlerinde vereceğimiz binlerce mücadele için gemileri yakmıştık.
“Bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun.” demiş...
Adı gurbet değil mi kardeşim?
Her ne kadar yükseklerde uçsan da hep bir kanadımız kırıktı.
O gün bugün yollar da, o yıllar da hep bize memleket oldu.
“Hasret varsa bir yerlerde mutlaka vuslat da olmuş olmalı.
Kavuşmasak özlemezdik…”
Özlüyorsun be kardeşim özlüyorsun, o yolları da, o dağları da , o yaşanmamış, gönlümüzü bıraktığımız yılları da...
Memleket ateşi böyle bir şey gün geliyor durup dururken yeniden harlanıyor.
Hollanda’da yaşayan altı yaşındaki torunumun annesinin elini bırakıp yol kenarındaki çiçeği kokladıktan sonra koşa kaşa annesine dönüp,
Anne aynen İstanbul kokuyor, demesidir memleket hasreti.
"İstanbul kokan çiçek" çok hoş.