ÖLÜM

Bu dünyaya gelen kişi, ahir yine gitse gerek,
Misafirdir, vatanına bir gün sefer etse gerek
Yunus Emre

             Gümüşhane’yi çepeçevre saran dağların eteklerinde ki doğal dönüşüm ister istemez; “Her fani mutlaka ölümü tadacaktır” ayet-i kerimesini gözlerimize ve kulaklarımıza nazar etmektedir. Ve o dağlar baharla yeşillenirken dirildiği gibi hazan mevsimiyle birlikte sararıp solmakta ve nihayetinde ölmektedir. İnsanda aynı şekilde elbette öldüğü gibi asıl olan o hakiki dünyada yine dirilecektir.  
 
            Ki ömür de öyle değil mi? Kulağımıza fısıldanan bir ezanla merhaba dediğimiz, çok az kaldığımız ve ötelere Sultan Süleyman misali hiçbir şey götüremediğimiz. Ve nihayetinde musalla taşında upuzun uzanarak helallik istenilen bir aciz ve bir zavallıdan başka neyiz ki? İmamın “nasıl bilirdiniz” ve “hakkınızı helal ediyor musunuz” suallerine verilen cevapların ardından eşinden ve dostundan ayrılış hikâyesi.  
 
            Hepimiz biliyor ve inanıyoruz ki dünya denilen ölümler satın alıp ölümler satan tamahkâr bir bezirgândan başka ne ola ki? Apartmanların, altınların, hisse senetlerin, bileziklerin, arsaların, makamın, eşin, mal ve evladın hani nerede? Sana emanet verilenler elbet senden alındı asıl sahibi tarafından. Ve sen Sultan Süleyman misali elleri tabuttan dışarıya çıkarılan, bir müddet sonra toprakta yılan ve böceklerin iştahasına sunulan zavallı bir et parçası ve kemik yığınından başka bir şey değilsin.
 
            “Her fani elbet ölümü tadacak” ya işte en büyük gerçek ve en önemli ibret vesikası budur. Sorarım önce nefsime ve sizlere;
 
Dünyanın en zenginleri neredeler? Türkiye’nin ve dünyanın en sayılı zenginlerinden Sakıp Sabancı yahut Vehbi Koç ve yahut Steve Jobs neredeler? Hâlbuki her şeyleri vardı. Emrinde binlerce insan vardı. Bazıları çok büyük icatlara imza attılar. Ve bilişim ve iletişim alanında dünya devi olan Steve Jobs pes ederek; dünyada her şeye rağmen en büyük icadın “doğum” ve “ölüm” olduğunun altını çizmişti. Ama her şeylerine rağmen ömürlerini bir dakika ve hatta bir salise uzatabildiler mi?
 
Toprak üstünde işler farklı cereyan etse de toprağın altı bambaşka dostlar. Orada ne makam, ne mevki, ne unvan, ne mal, ne mülk ne de bir başka sıfatın hiç ama hiç değeri yok. Tıpkı 1995 yılında Etimesgut’ta kısa dönem vatani görevimi yaparken 15 arkadaş misali. Kimimiz akademisyen, kimimiz esnaf, kimimiz kaymakam ve kimimizde savcı ya da hâkimdi. Ama aynı yeşil kabanların ve postalların içinde hepimiz birdik ve eşittik. Ölümde öyle değil mi dostlar? Mezar baş taşında yazan Profesör, Tuğgeneral, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı sıfatları neye yarar ki? Aşağıda torpil de yok. Arkadaş yakinimdir, akrabamdır, yeğenimdir diye kartvizitte verilmemiş elimize.
 
O halde nedir bu sen, ben yarışı. Mal, makam, kin, haset ve hırs nereye kadar? Her ölüm ibret olduğu halde ve en yakınlarından toprak olanları bildiğin halde nedir bu debdebe, nedir bu isyan, nedir be karmaşa? Ve sen ey nefsim! Mal, makam, servet, şan, şöhret biriktirmeyi bırak ve birazda toprağın altını düşün. Bir hayırlı evlat yetiştir, bir yetimin saçını okşa, bir fakirin derdine çare ol. Düşenin tut ellerinden. Ötede hayır kapını ardında kadar açık tutacak işlere ayır kendini.
 
2011 yılında Hakkı Çubukçu, Şahinde Turhan ve 2012’de ilk düşen yaprak Kaleli Bayram Ünsal ve melekler misali henüz 6 aylık Yiğit Işık’ı ışık âlemine göndermedik mi? Rabbim ölümü hak bilip hakkıyla ibret alanlardan eylesin.    
YORUM EKLE