Paşa'nın Petekliği (19)

Makrel, Çitikebir köyünün dördüncü mahallesiydi. Mahallenin en önemli geçim kaynağı arıcılık ve hayvancılıktı. En çok sevdikleri yemek çeşidi ise haşlanmış patatesti. Köyün merkezi ile mahalle arasında Zirida Deresi var. Zirida Deresini geçtikten sonra devrilen yamaç karşısında görmek olasıydı Makrel’i. Kendi halinde sessiz, küçücük bağları, bahçeleri ve bostanlarında yetiştirdikleri ürünlerle geçimlerini sağlayan insanların mahallesiydi. Arıcılık bu mahallede önemli yer tutuyordu. Hemen hemen herkesin kapısında üç-beş arı kovanı görmek mümkündü. Bu mahallede arıların yaptığı bal gerek kasabada gerekse çevre köylerde alıcı buluyordu. Kankana Yaylası’nın bin bir çiçeğinden bal yapıyordu arılar.  

Mahur ve Paşa, Cevat beyden otuz sekiz arının da tamamını satın aldılar. Arıları taşımak için akşam olmasını beklemek gerekiyordu.  

-Akşam olunca ben kovanların ağzını arıların hava alacak şekilde kapatırım, sizler de gelip arıları alırsınız.

-Cevat emmi, arıları aldık peki nasıl taşıyacağız onları?

-En iyisi sırtta taşımak. Kovan hem fazla sallanmaz hem de içerideki arıları kızdırmamış oluruz. Hayvanlarla da taşınır ama kovanlar çok sallanır. Eğer, köyden güçlü otuz sekiz kişi bulursanız, akşama doğru gelsinler, arıları yüklenip size taşısınlar. 

-Ne dersin Paşa?

-Cevat amca doğru söylüyor. En iyisi sırtta taşımak.

-O zaman gidelim. Köyden taşıyacak kişileri bulalım.

-Olur, gidelim.

Mahalleden patika yola saptılar. Kazma kürekle yapılan yol oldukça rampaydı. Mahur, Paşa’ya da binmesi için köyden at ayarlamıştı. Rampada at binmek istemeyen Mahur:

-Ana yola indikten sonra binelim atlara ne dersin Paşa?

-Bence fark etmez Mahur, yol yürümeye alışığım. 

Yol, dar olması nedeniyle art arda rampayı indiler. Akşam olmak üzereydi. Paşa önde, Mahur arkada ana yola kadar konuşmadan indiler. Mahur, indikleri yola dönerek:

-Paşa, bu yoldan sırtlarında kovanları nasıl getirecekler?

-Başka çaremiz yok, mecbur bu yoldan inecekler. 

-Ya tekerlenip yere düşerseler, arılar kovandan çıkar, hepsine saldırır.

-Onun için dikkatli olunacak.

-Buradan bizim mahalleye de çok yol var. 

Mahur, Prens’e Paşa da kendine verilen ata bindi. Bir süre arı çiftliğinden konuştuktan sonra:

-Paşa, sana bir soru soracağım.

-Sor bakalım bey kızı.

-Hiç kız arkadaşın oldu mu?

-Şimdi bu da soru mu Mahur? Mağarada yaşayan bir insanın kız arkadaşı olur mu?

-Sevdiğin biri yok mu?

Paşa, atını durdurdu. Mahur’un gözlerinin içine baktı. Bir süre göz göze geldiler. 

-Yok. Senin var mı?

-Benim de yok.

-Bey kızısın senin peşinden koşan çok olmuştur.

-Çakıroğlu Reşat’tan başka olmadı.

-Onu sayma, başka?

-Yok.

Mehmetaliler’in çeşmesine kadar konuşa konuşa geldiler. Paşa’nın buradan ayrılıp petekliğe çıkması gerekiyordu ama Mahur’u tek başına bırakamazdı. Çeşmeden köye çıkan Aras yoluna saptılar. Tam petekliğin görüleceği yere gelince:

-Nerede senin peteklik?

-İşte şurada, tam karşıda.

-O kayaların içinde mi yaşıyorsun?

-Evet.

-Tek başına?

-Tek başına.

-Korkmadan?

-Korkmadan.

-Ben korkarım.

-Korkacak bir şey yok Mahur.

-İnsan yalnız olunca?

-Olsun. Sonra yalnız değilim Pençe var, Keleş var, arılarım var. 

-Sevsen birini, evlensen.

-Mağarada yaşayanı kim sever bey kızı.

-Belki seven olur.

-Sen sever misin mağarada yaşayan birini?

Mahur, Paşa’nın sorduğu soru karşısında yanakları kızardı. Ne cevap vereceğini bilemedi. Paşa ne demek istiyor? Yoksa?... Hayır olamaz… 

-Cevap vermedin?

-Neye?

-Soruma.

-Gidelim, anam merak eder, karanlık bastırmak üzere.

Kapının önüne gelince hava iyice kararmıştı. Atlarından indiler. Seyis Celal, hemen koşarak atların dizginlerini aldı. Çardakta bekleyen Hanımağa:

-Nerede kaldınız, merakta koydunuz beni.

-İşimiz biraz uzun sürdü, onun için geç kaldık. 

-Ne yaptınız?

-Otuz sekiz kovan arısı vardı, hepsini aldık ana. Yalnız onları sırtlarında getirecek otuz sekiz kişi lazım bize.

-Ne zamana?

-Bu akşam. Hava karardı. Cevat Bey, çoktan arıların ağzını kapatmıştır. Arıların bu akşam getirilmesi gerekiyor.

-Öyle mi? Kahya, hemen güçlü komşulardan otuz sekiz kişi bul onlara durumu anlat. Ücretlerini vereceğimizi söyle.

-Kadın mı erkek mi?

-Fark etmez, yeter ki kovanları Makrel’den buraya kadar getirsinler.

-Tamam Hanımağa.

Paşa’nın ayakta dikildiğini gören Hanımağa:

-Gel evladım, otur.

-Sağol Hanım ana, ben gideyim, kovanlar gelsin, ben yarın sabah erkenden gelir, kovanların ağzını açar, arıların durumuna bakarım.

-Olur mu yavrum, bu saatten sonra o kadar yolu gitmene ne gerek var. Kal bizde, sabah kalkar bakarsın arılara.

-Kalmak isterdim ama Pençe şimdi yolumu gözler. Geç kaldım diye havlaması şimdi Zirida Deresini yıkıyordur. Sabah erkenden gelirim.

-O zaman bekle, kovanları almaya gidenlerle birlikte gidersin.

Kahya bir saat sonra yirmi üçü erkek, on beşi kadın otuz sekiz köylü ile geldi. Hanımağa, köylülere dönerek:

-Komşular, Makrel’den buraya arı getireceksiniz kovanlarıyla. Çok dikkatli olmalısınız. Ücretinizi alacaksınız. Size yolunuzu aydınlatmak için beş tane de fener tutan adamımı vereceğim. Sizi göreyim bir aksilik olmadan kovanları getirin. 

-Ben de onlarla gidiyorum Hanım ana, sabah gelirim. 

-Kahvaltı yapmadan gel balcı Paşa, kahvaltıyı birlikte yapacağız. Sana, bana sattığın baldan ikram edeceğim, dedi Mahur.

-Olsun Bey kızı.

Xxx

Çakıroğlu Reşat, kardeşleri Fikret, Cemil ve Süleyman ile baş başa vererek bir yol çizmeye çalışıyordu. Kapının eşiğinde sabahtan beri oturan Saniye kadın, adeta ölümü bekler gibiydi. Kocası Çakıroğlu öldükten sonra bağ, bahçe ve bostanda tek başına çalışıyordu, çocukları ona yardımcı olmuyorlardı. Duymayan kulakları ile baş başa vermiş konuşan çocuklarının kendi aralarında ne konuştuklarını merak ediyordu.

-Beni dinleyin, dedi en büyükleri Reşat, ellerimizi arkaya bağlayıp, atlarımıza ters bindirilip köy meydanına kadar getirilmemizi asla unutmayın. Tüm köylüye rezil olduk.

-Ama abi biz kabahatliydik, dedi en küçükleri Süleyman.

-Sen sus, sana en son söz düşer.

-Doğru söylüyor abi, kabahatli biz idik, bizi köye rezil ederek en büyük cezayı verdiler, diyerek söze karıştı Cemil.

-Kabahatliydik, değildik. Şimdi bunu tartışmanın sırası değil. Bunun altından nasıl kalkarız onun çaresine bakacağız.

-Nasıl?

-Sırasıyla herkesin elinde, cebinde bulunan parayı alacağız.

-Yani?

-Nasıl yapacağız, böyle bir şeye nasıl kalkışırız abi? diye soran Fikret’e:

-Dağa çıkacağız.

Üçü birden Reşat’a:

-Dağa mı çıkacağız?

-Evet.

-Sen ne diyorsun abi?

-Eşkıyalığa mı başlayacağız?

-Aynen öyle!

-Sen ne dediğinin farkında mısın abi?

-Farkındayım. Şimdi, siz benimle var mısınız yok musunuz?

Fikret, Cemil ve Süleyman birbirlerine baktılar. Abi Reşat’a ne cevap vereceklerini bilemediler. 

-Varız desek eşkıya olacağız, yokuz desek seni yalnız bırakacağız. 

-Evet.

Bir süre sessizlik oldu. Konuşmadılar, sadece birbirlerinin yüzlerine bakıyordular. Reşat, kardeşlerinin vereceği yanıtı bekliyordu. 

-Size en büyüğünüzden en küçüğünüze doğru soracağım. Var mısın Fikret?

Fikret bir düre düşündü. Elindeki çalı ile yerdeki toprağı eşeledi. Yavaş yavaş başını kaldırdı. 

-Ben varım abi.

-Aferin. Ya sen Cemil?

-Ben de varım abi.

-Güzel. Sıra sende Süleyman var mısın yok musun?

Süleyman abilerinin “varım” sözüne çok içerlemişti. Zavallı köylüyü haraca kesecekler. Çoluk çocuğun rızıklarını alacaklardı. Ne yiyecekti o bebeler? Bir parça ekmeğe muhtaç olacaklardı. Nasıl o bebelerin elindeki ekmeği alır da yeriz? Çalışıp, kazanıp helal lokma yemek varken…

-Ben yokum.

Reşat, Fikret ve Cemil şaşkınlıkla Süleyman’ın gözlerinin içine baktılar. 

-Yok musun?

-Yokum. Ben anamın yanında kalacağım, onunla gücümüz ne kadar yeterse yerlerimizi işlemeye devam edeceğiz.

-İyi süt kuzusu, dedi Reşat, sen ananın dizinden ayrılma. Bu akılla karnını çok ovalarsın.

-Olsun, hiç değilse karnıma girecek olan helal lokma olacak, sizinkiler dibi haram olmayacak.

Reşat, Süleyman’ın gözlerinin içine kaşlarını çatarak baktı:

-Şimdi beni dinle süt kuzusu… Eğer bizim ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi sana sorana, anama anlatırsan ilk soyacağımız kişi sen olursun. Seni donuna kadar soyar çırıl çıplak köyün içerisine bırakırız ve bir daha ömür boyu kimsenin yüzüne bakamazsın. 

-Ne yaparsanız yapın ben görmedim, ben bilmiyorum. 

-Sana aldığım atı alıyorum ve onu kasaba pazarında satacağım, haberin olsun.

-Alın sizin olsun, ben kasabaya yürüme de gider gelir. Bahçeden, bostandan taşınacakları ben sırtımda da taşırım. 

Xxx

Paşa, sabahın erken saatinde Topal Ömer’in konağının önündeydi. Hanımağa ile Mahur, kahvaltı yapmak için çardakta Paşa’nın gelmesini beklediler. 

-Gel evladım, hoş geldin.

-Hoş bulduk Hanım ana.

-Seni bekliyoruz, doğru kahvaltıya gel.

-Siz yapın, ben kovanların ağzını açacağım, arılar çalışmaya başlasın. Hava sıcak, havasız kalmasınlar. Siz yapın kahvaltınızı.

-Olur mu evladım, bekleriz seni.

-Tamam Hanım ana.

Paşa, yanında getirdiği heybesinden, arı maskesini çıkardı, başına geçirdi. Akşamdan getirilen arı kovanlarının ağzını sırası ile açmaya başladı. Her ağzı açılan kovandan arılar dışarıya boşalıyordu. Kısa bir süre sonra konağın bahçesi arı ordusu ile dolmuştu. Ortalığı arı vızıltısı kapları. Belli ki arılar çok sinirlenmişti. 

-İçeri geçin, diye seslendi Paşa.

-Neden evladım?

-İçeri geçin.

Hanımağa ile Mahur, kendilerini acele ile konağa attılar. Arılar havada çoğaldıkça çoğalıyordu. Bir saat kadar süren arı vızıltısı giderek yerini sessizliğe bıraktı ve arılar rahat bir çalışma ortamına geçtiler. 

Paşa, arı gömleğini çıkardı. Çardaktaki siniyi alarak o da konağa girdi. 

-Bir gün boyunca arılara yaklaşmayın. Onlar şimdi çevreye alışmaya çalışıyorlar. Çok sinirliler, kısa zamanda sinirleri yatışır ve normale dönerler ama yine de sizler gün boyu arılardan uzak durun.

(Devamı var)

YORUM EKLE