Köyün Cami Mahallesine giden Aras yolu, rampa olduğu kadar oldukça da tehlikeliydi. Kayalıklar kırılarak yapılan yol, sağlam olmasına sağlamdı ama herhangi bir yuvarlanma anında kurtuluşu olunmayan sert kayalıklardan oluşuyordu. Kayalıklar arasında biten kekik otlarının kokusu insanı bir hoş ediyordu. Hayvanlar yaylım için giremediğinden köylüler kendilerine ip bağlayarak otları biçiyorlardı. Yer yer biten kuşburnular, tehlikeli yolu biraz olsun güvenli hale getiriyordu.
Köyden altı kız, kışın hayvanlara yedirmek için ormana meşe yaprağı yapmaya gitmek için eşekleriyle Aras yolundan önce Çit Deresi köy yoluna daha sonra da Meryemana Köprüsünden geçerek ormana saptılar. Sadece odun ve meşe yaprağı yapmak için kullanılan yol da oldukça kayalık ve taşlı bir yoldu. Kızlar Meryemana düzüne çıktıktan sonra eşeklere bindiler. Meşe yaprağı yapacakları Kurdun Düzüne vardıklarında iki kurt önlerinden hızla geçerek orman içinde kayboldular. Kızlar biraz korktularsa da pek de aldırış etmediler. Kurdun Düzünde kurtla karşılaşmamak hemen hemen mümkün değildi.
Eşeklerinden indiler. Aralıklı olarak çamlara bağlayıp, yem torbalarını başlarına taktılar. Küçük baltalar ellerinde sırt ipi bellerine bağlı olarak meşeliklere girdiler. Kestikleri dalları bir araya toplayarak sırtlarında düzlüğe kadar getiriyorlardı. Hayvanların götüreceği kadar yapraklı meşe dallarını yapan kızlar, köye dönmeden önce çantalarında getirdikleri azıkları yemek üzere bir çember halinde oturdular. Herkes çantasındaki azığını çıkarıp ortaya koydu.
Onları izleyen altı gözden habersiz güzelce karınlarını doyurdular. Kalan azıklarını toplayıp çantalarına koydular. Sıra meşe yapraklarını hayvanlarına yükleyip köye dönmeye gelmişti ki, orman içerisinden gelen sesle birbirlerine baktılar. Bellerindeki tabancaları çıkarıp hazneye mermiyi sürdüler.
-Kim var orada? diye seslendi Türkan.
Ses çıkmayınca, bir kez daha seslendi.
-Çık dışarı, her kimsen ellerini yukarıya kaldır ve ortaya çık. Kızlar hazır olun ben ateş deyince herkes ateş edecek. Son kez söylüyorum, çık ortaya.
-Ateş etmeyin kızlar çıkıyoruz.
Meşelikler arasına gizlenen Çakıroğulları Reşat, Fikret ve Cemil elleri havada düzlüğe çıktılar.
Kızların silahları onlara dönüktü. Her iki elleriyle tabancalarını sıkı sıkıya tutuyorlardı.
-Bizi mi gözetliyordunuz ulan şerefsizler? Sizler ne arlanmaz ne utanmaz insanlarsınız.
-Yok Türkan bacı…
-Kes ulan, ben nereden senin bacın oluyorum.
-Kötü bir niyetimiz yoktu, dedi Reşat.
-Kötü bir niyetiniz yoktu da neden ormana gizlendiniz?
-Adisa Yaylasına gidiyorduk, sizleri görünce saklandık. Sizler gidince yolumuza devam edecektik.
-Ne işiniz var ki Adisa yaylasında.
-Orada Tonyalı Süleyman’ı görecektik.
-O da sizin gibi şerefsizin teki. Ne o yoksa onu da mı kendi aranıza katacaksınız? Üç iken dört kişi olacaksınız değil mi?
-Yok Türkan bacı…
-Bacı deme bana.
-Haber yollamış gelsinler görüşelim demiş.
-Atlarınız nerede?
-Orta pağarda bıraktık.
-Gidin atlarınızı alın ve defolun. Sakın yanlış bir şey yapayım demeyesiniz, yoksa üçünüzün de leşini buraya sereriz.
-Sereriz.
-Sereriz.
-Haydi defolun gözlerimiz görmesin sizi.
Çakıroğulları elleri havada orman içerisine giden yola doğru yürüyüp gözden kayboldular.
-Haydin kızlar yükleyelim yükümüzü.
Meşe yaprağı yüklü eşekleriyle geldiği yoldan geri dönmeye başladılar. Hayvanları önde onlar arkada yola koyuldular.
-O nasıl konuşmaydı Türkan, adamların bacakları titriyordu.
-Altlarına kaçıracaktılar.
-Bakmayın öyle olduklarına, onlarda yürek yok kızım.
-Utanma da yok.
-Soygunları yapan, bunlar olmasın?
-Bunlar tabi, şüphen mi var?
-Korkak insan ne olsa yapar. Korkaktan her türlü kötülüğü bekle kızım.
-Bize karşı bir şey yapamadılar.
-Ne yapmalarını bekliyordun?
-Doğru mu söylediler?
-Doğru tabi, Adisalı Tonyalı Süleyman da onlar gibi.
-Eşkıya sayısını artırmaya mı bakıyorlar?
-Öyle… Tonyalı Süleyman’dan her türlü kötülük beklenir.
-Nasıl yani?
-Gözünü taştan budaktan sakınmaz. Gözü kara birisidir.
Xxx
-Hoş geldiniz.
-Hoş bulduk Süleyman abi.
-Hele oturun bakalım. Bu ara bir haltlar yemişsiniz ama siz olduğunuzu bir türlü kanıtlayamadılar.
-Öyle oldu abi.
-Sizi niye çağırdım biliyor musunuz?
-Nereden bilelim abi?
-Ben daha önce böyle işler yaptığım için benden şüphelenmiş jandarma.
-Eee?
-Esi şu, soygunda aldığınız paranın yüzde otuzu benim.
-Ne yani, şimdi sen bizden haraç mı istiyorsun? diye sordu Fikret.
-Haraç demeyelim de ona benzer bir şey, yani pay.
-Bizim olan paradan sana niye pay verelim ki?
-Vereceksiniz ve bundan sonra benden habersiz bir iş yapmayacaksınız.
-Nasıl?
-Birlikte hareket edeceğiz. Avliyana’dan da Kayış Osman’ı alacağız aramıza.
-Kayış Osman mı?
-Evet, neden şaşırdın Reşat?
-Abi onun peşine çok dolaştı jandarma da bir türlü suçlu olduğunu ispat edemedi.
-Edemez. Siz de bizden habersiz hareket etmeyeceksiniz.
-Tamam abi.
Bir süre konuşmadılar. Tonyalı Süleyman, Reşat’ın yere bakarak biraz düşünceli olduğunu görünce, dayanamadı sordu:
-Reşat, ne düşünüyorsun?
-Hiç abi.
-Hadi söyle.
-Paşa Osman’ın oğlu Paşa’yı tanır mısın abi?
-Tanırım, cesaretli çocuktur.
-Abi onu ortadan kaldırmamız lazım. Jandarma ile iş birliği halinde.
-Adam mı öldüreceğiz. Bizim kitabımızda adam öldürmek yok Çakıroğulları.
-Doğru dersin de o ortadan kalkmadan bize rahat yok. Her ne yaparsak karşımıza çıkıyor. Mağarada baskın yapalım dedik, arıların saldırısına uğradık, kendimizi zor kurtardık.
-Hallederiz Reşat, canını sıkma, bir baskın düzenler dersini veririz. Öldürmeyiz ama öldürmekten daha kötü ederiz.
-Bize izin abi.
-Güle güle. Dediğim gibi haberim olmadan hiçbir şeye kalkışmayacaksınız.
-Tamam abi.
Xxx
Güneş, Gelincik Taşlarından iki boyunduruk yükselmişti. Zaman zaman bulutların arasına girip çıkıyordu. Köylüler çift koşarak tarlalarında ekinlerini ekiyordular. Karasabanla sürülen tarlalara ekilen buğday taneleri bir kış karın altında kalacak, karların erimesiyle birlikte yeşermeye başlayacaktı. Bağına, bahçesine, bostanına ve tarlasına bağlı olan köylüler ekilmedik tarla, dikilmedik bostan bırakmıyorlardı. Ahırında öküzü çift olanlar ekim işini daha erken bitiriyordu. Tek öküz sahibi olanlar ise komşunun öküzü ile eşleştiriyordular. Ekim işi yaklaşık on beş-yirmi gün sürüyordu.
Hanımağa, Mahur ve Paşa, Topal Ömer’in konağının önündeki çardakta çay içiyordular. Hanımağa, Paşa’yı köyde kalması için ikna etmeye çalışıyordu ama o, baba vasiyetini tutacağını, bu kışı da mağarada geçireceğini söylüyordu.
-Bir kış tek başına bir mağarada geçer mi Paşa?
-Baba vasiyeti olunca geçer Hanım ana. Sonra sadece bu kışı geçirmeyeceğim, geçen kışı da mağarada geçirdim.
-Tek başına bir kış, çok zor Paşa.
-Doğru dersin Mahur ama hazırlıklarımı tamamlamak üzereyim. Sonra yalnız da değilim Pençe ve Keleş gibi sadık dostlarım var. Hava güzel olduğunda kovandan çıkan arılarım da.
-Sen kendin yetmiyormuş gibi iki tane de sadık dediğin dostlarını yedirip içirmek zorundasın.
-Onların bir kış yiyecekleri yemlerini aldım bile.
-Ne deyim evladım, mağarada kalmaya kararlısın, seni vazgeçirmek zor.
Çaylarını yudumladılar. Paşa ile Mahur göz göze geldiler.
-Atımı çoktandır koşturmadım Paşa, benimle gelir misin? Seyis sana da bir at ayarlasın.
-Olur, neden olmasın.
Mahur, hizmetçi kadın Mukaddes’e seyis Celal’i çağırmasını söyledi. Hızla gelen seyis el pençe karşılarında durdu.
-Buyurun küçük hanım.
-Seyis benim at ile iyi atlardan birini hazırla, Paşa ile biraz koşturacağız.
-Emredersiniz.
Kahya, elinde bir kağıt ile geldi. Üzerine yazılı olan kağıdı Mahur’a uzattı. Cebinden çıkardığı bir tomar parayı Hanımağa’ya verdi.
-Satılan tosunların parası.
-Peşin mi sattın?
-Peşin hanımım.
-Zorlamayaydın alıcıyı.
-Yok hanımım, kendisi anlaştığımız fiyatın tutarını ben bir şey demeden çıkarıp verdi. Ben de aldım.
-İyi. Kalanlar için kışlık yemlerini adamlarımıza söyle hazır etsinler. Kış gelmeden yemleri hazır olsun.
-Olur hanımım.
Seyis Celal, atları ahırdan çıkardı üzerlerinde tek leke kalmayacak şekilde tımar etti, eyerlerini vurdu, dizginleri taktı. Her zamanki gibi Prens’in kuyruğunu düğümledi. Şekerlerini verdi.
-Atlar hazır küçük hanım.
-Kalk Paşa, Karacalara doğru koşturalım atlarımızı.
-Olsun bakalım.
Caminin altından giden yola girince atlara bindiler. Bir süre atları normal yürüttüler, ne zaman ki geniş ve düzgün yola girince:
-Koşturalım Paşa.
“Deh” deyip atları mahmuzladılar. Prens, yıldırım gibi gidiyordu, kavuşmak mümkün değildi. Harklara gelince durdular. Atlarından inip akan suyun başına oturdular. Harklardan akan sudan sadece Orta Mahalle’de oturan yedi hanenin bağını, bahçesini ve bostanını suluyordular. Yedi haneden başka suyu kimse kullanamazdı.
-Çantayı ne yaptın Paşa?
-Mağaranın duvarına astım.
-Ne koydun içerisine?
-Kalbimi.
Mahur, şaşkınlıkla Paşa’nın gözlerinin içine baktı:
-Ne dedin?
-Kalbimi, dedim.
-Nasıl yani?
Nasıl olacak, o çantaya baktıkça seni hatırlıyor, gözlerimin önüne getiriyorum.
-Demek kalbini koydun içerisine?
-Evet.
-Başka bir şey koymadın mı?
-Çantada yer kalmadı.
-Nasıl?
-Çantada yer kalmadı dedim ya Mahur.
-Kalbin o kadar büyük mü ki çantada yer kalmadı?
-Büyük.
-Kışın donmasın çanta içindeki kalbin?
-Donmaz.
-Üşümez mi?
-Üşümez.
-Yani?
-Onu saran var.
-Neyi?
-Kalbimi.
-Ne sarıyor?
-Sen.
Mahur, bir kez daha Paşa’ya baktı. Yerden aldığı çalı ile harktaki suyu karıştırmaya başladı. Paşa’nın verdiği cevaplar aklını başından almıştı.
-Ne zaman indireceksin onu duvardan
-Hiçbir zaman.
-Ya mağarayı terk ettiğinde çantayı orada mı bırakacaksın?
-Hayır. En son onu alıp mağaranın kapısını kilitleyeceğim. Anlasana Mahur?
-Neyi?
Paşa, soruya cevap vermedi. Mahur’un elinden suyu karıştırdığı çalıyı alıp savurdu. Ellerini tuttu. Gözlerinin içine baktı.
-Seni…
Devamını getiremedi.
-Kalkalım mı? Benim petekliğe dönmem lazım.
-Olur kalkalım da bir şey söyleyecektin, yarım bıraktın.
-Yok, bir şey söylemeyeceğim, dönelim diyecektim.
-Öyle olsun.
(Devamı var)