Paşa'nın Petekliği (6)

-Ana, ben Ceylan ile kasabaya gidiyorum.

-Güle güle kızım, kahya da sizinle geliyor değil mi?

-Yok ana, ben ona bir iş verdim onu yapacak.

-Peki kızım, fazla geç kalmayın.

-Tamam ana, merak etme.

Kahya, ahırdan süt beyazı Prens atı çıkardı. Yeniden tımarını yaptı. Eyerini vurdu, dizginleri taktı. Yere kadar uzanan kuyruğunu düğümledi. Hanım Ağa’nın getirdiği terkiyi eyere yerleştirdi. 

-Kızım, Guş Nene’ye helva almayı unutma.

-Unutmam ana.

-Selametle.

-Haydi Ceylan, ana yola inince bineriz atlara, biraz yürüyelim.

Atların dizginlerini ellerine aldılar. Köy aşağı yürümeye başladılar. Kendileri gibi köylüler de kasabaya gidiyorlardı. Güneş henüz doğdu doğacaktı Gelincik Taşlarından. Mahur ve Ceylan’ı gören köylüler, onlara saygı ile yol veriyorlardı. 

Mahur’a, babası Kerim Bey, öldükten sonra çiftliğin yönetimi kalmıştı. Çitikebir köyünün arazisinin yarıdan fazlası Kerim Bey’indi. Mahur, ailenin tek çocuğu olunca, çiftlikteki bütün sorumlulukta onun omuzlarına bindi. O da tıpkı babası gibi köylülere çok iyi davranıyor, nerede bir yoksul, bir derdi olan varsa yardıma koşuyordu. Yaşı yirmi beşi geçmiş olmasına rağmen hala evlenmemişti. Köydeki bekar gençler Mahur’a olan sevgilerini içlerinde saklıyor, bir türlü ona yaklaşıp sevgilerini söyleyemiyorlardı. 

Ana yola inince çevre köylerden akın akın kasabaya gidenlerle karşılaşıyor, selam verip geçiyorlardı. Prens atını çok seven Mahur, onu koşturmaya kıyamıyordu. Ceylan, her ne kadar “biraz koşturalım atları” dediyse de o koşturmuyordu. Babasından dolayı herkes onu çok iyi tanıyordu.  

-Mahur, sen bir bey kızısın, bu köylülerin sana aşırı saygı göstermesinden rahatsız olmuyor musun?

-Yok Ceylan.

-İyi Vallahi, ben senin yanında gidiyorum, ben rahatsız oluyorum, sen rahatsız olmuyorsun.

-Onlar bizim insanlarımız, içlerinden geldiği gibi davranıyorlar. Onların bu güzel duygularına ben asık yüzle nasıl karşılık veririm Ceylan?

-Onda da haklısın.

Kasabanın girişinde atlarından indiler. Her zamanki gibi atlarını yine Hayri Ağa’nın hanına çekeceklerdi ki, Hayri Ağa, kapıda göründü:

-Hoş geldin bey kızı.

-Hoş bulduk Hayri Ağa.

-Atlarınızın yeri her zamanki gibi hazır, koş oğlum, atları hana çek, yemlerini ver.

Elinde atının kamçısı, omuzunda her zaman taşıdığı ve kendisinin ördüğü çanta vardı. Kasabanın çakıllı ve tozlu caddesine aşağı yürümeye başladılar. Kasabanın nüfusu köylerden gelenlerle kalabalıklaşmış, kahve önleri tıklım tıklım doluydu. Kurt İsmail’in dükkanının önünden geçerken:

-Hoş geldin bey kızı, selam sabah yok mu?

-Olur mu İsmail emi, sana selam vermeden geçilir mi?

-Hele gelin oturun, ben Ali Osman’a çay söyleyeyim.

-Olsun emmi.

Dükkana girdiler. Ahşap masanın her iki yanında bulunan cevizden yapılmış sandalyelere oturdular. Dükkanın sağına soluna bakındılar. 

-Yeni elbiseler getirtmişsin İsmail emi?

-Öyle bey kızı.

-Aslında anama almak isterdim.

-Olur kızım, sen beğen hemen sarayım.

-Anama olur mu olmaz mı, aslında onun gelmesi lazım.

-Onu merak etme, rahmetli babanla gelir benden alırlardı, onun için anana hangi elbisenin kaç beden olduğunu biliyorum.

-Alemsin İsmail emi, şu asılanı sarıver, giderken alırım.

-Tamam kızım, birer çay daha söyleyeyim.

-Yok emmi sağ ol, biraz dolaşalım, bakalım pazarda ne var ne yok?

-Olsun kızım.

Kurt İsmail’e teşekkür edip, dükkandan çıktılar. “Acaba o balcı geldi mi yine? Sattı mı benim istediğim çerçeveyi?”

-Ne düşünüyorsun Mahur, balcıyı değil mi?

-Yok Ceyhan, neyini düşüneyim?

-Bilmem, bir ara daldın gittin.

İki yakayı birbirine bağlayan köprünün ortasına gelince rahatlıkla görülen semt pazarına baktılar. Köy ürünlerinden almak isteyen kasabalılar ile ürününü satmak isteyen köylülerin bağırtıları köprüye kadar geliyordu.

-Böyle bağırmadan yorulmuyorlar mı?

-Ne yapsınlar bir an önce satmaya uğraşıyorlar. Haydi biz de karışalım o kalabalığa.

Dışarıdan gelen seyyar satıcılarından, köy ürünlerinin satıldığı alana geçtiler. Kabaktan fasulyeye, çökelekten tereyağına kadar köy pazarında yok yoktu. Çarşafları içerisindeki kadınlar eski püskü tahtalar üzerine yerleştirdikleri ürünlerini satmaya çalışıyorlardı. 

Ceyhan, dayanamadı sordu:

-Mahur, ne tarafta senin bu balcı?

-Gel bakalım, yerinde mi?

Harşit Çayı’nın kenarına doğru ilerlediler. Ağustos sıcağı yakıyordu. Çayın önüne taş dizerek göl oluşturan çocukların bazıları çıplak çayın bulanık sularına batıp çıkıyorlardı. Suda çok kalıp üşüyenler ise kızgın güneş altında tir tir titriyorlardı.

Mahur, az ilerideki balcıya gözü ilişti. 

-İşte orada, aynı yerinde. Gel hele.

Ceylan, Paşa’ya dikkatlice baktı ve ekledi:

-Yakışıklı oğlan Mahur.

-İyi.

Yaklaştılar. Paşa, Pençe adındaki köpeğiyle oturuyordu. Mahur’u görünce tanıdı. 

-Satmışsın balları balcı.

-Sattık sayılır. 

-Ne güzel iki çerçeven kalmış, onları da biz alalım, dedi Ceylan.

Paşa, başını kaldırıp bir Mahur’a bir de Ceylan’a baktı. Çanta yine omuzundaydı. Verecek miydi acaba çantayı? Geldiğine göre verecek.

-İki değil, bir çerçevem kaldı. Sondaki çerçevem satılmıştır. Alıcısını bekliyorum.

-Kaça sattınsa biz daha fazla verelim, iki kişiyiz, birer çerçeve alalım. 

-Olmaz, satılmış malı bir daha satmak bize yakışmaz bayan.

-Daha fazla verelim balcı, dedi Ceylan.

-Olmaz dedim, bir çerçevem kaldı, alacaksanız bir çerçeve alacaksınız.

-Gel etme, birimiz alırsak diğerimiz almamış olacağız. Haksızlık olur.

-Yapacak bir şeyim yok bayan, bu hafta biriniz alın, gelecek hafta yine getireceğim, o zaman da diğeriniz alır.

Mahur, Ceyhan ile Paşa’nın konuşmasını dinliyor, söze karışmıyordu. 

-Ben o çerçeveye alıcının verdiği paranın iki katını veriyorum, dedi Mahur.

-Şimdi de siz mi başladınız bayan? O çerçeve satılmıştır, diyorum.

-Peki sen bilirsin, yürü gidelim Ceyhan.

Yavaş yavaş uzaklaştılar. Mahur, ara sıra başını geri çevirip balcıya bakıyordu uzaklaşırken. Paşa da bir süre arkalarından baktı.

-Sen de dikkatli baktın mı Pençe, çantası yine omuzundaydı? Güzel kız değil mi? Güzel güzel. Aman bize ne elin güzelinden. Hala çantayı vermekte inat ediyor ama bir gün gelecek o çantayı verecek Pençe. O çantayı alacağım ondan. Uzun boylu, kara kaşlı, kara gözlü. Ya o beline kadar inen saçları? Ne güzel de örmüş. Önümüzdeki hafta yine gelir mi Pençe, ne dersin? Haydi kalkalım. Tam kalkıyordu ki:

-Balcı, o iki çerçeveyi almak istiyorum. 

-Bir tanesi satılmıştır beyim, tek bir çerçeve kaldı. 

-Peki, satmadığın çerçeveyi alayım.

“Satıldı” dediği çerçeveyi özenle heybesine yerleştirdi. Ayağa kalktı, kendisi önde, Pençe arkasında çarşı içine doğru yürüdü. Pazar yerindeki satıcıların bağırışları yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Zühtü’nün kahvesinin önüne geldi. Çayını söyledi. İçti, parasını bırakıp kalktı. Acıkmıştı. Şevki ustanın lokantasının önüne kadar geldi. 

-Pençe, sen burada bekle, ben bir kap yemek yiyeceğim, acıktım. Biliyorum sen de acıktın ama seni lokantaya almaz Şevki usta. Sana da kemik alacağım. 

-Sattın balları? diye sordu Şevki usta getirdiği yemeği masaya korken.

-Sattım ustam.

-Kaldı mı daha?

-Birkaç çerçeve kaldı, onları da önümüzdeki hafta satarım.

-Bana da bir çerçeve getir, senin balı hiç kimsenin balı tutmuyor.

-Getiririm ustam. Kemik varsa alayım ustam, Pençe kapıda.

-Vardır vardır, bir kağıda sarıp vereyim.

Yemeğini büyük bir iştahla yedi, kalktı, ücretini ödedi. Şevki ustanın kağıda sardığı kemikleri eline alıp dışarı çıktı. 

-Bu hafta bir şey almayacağım, yola çıkmanın zamanıdır. Kemikleri çarşıyı çıktıktan sonra vereceğim Pençe. Etrafımda dönüp durma. 

(Devamı var)

YORUM EKLE