Salih Bey Köprüsü (36)

Güloğlu yaylası Çit Deresi köyleri içerisinde en güzel yaylalarından. Çatıları hartama ile yapılmış ve yörede “kelif” denilen yayla evleri, yaylanın kendine has doğal güzelliğine ayrı bir güzellik katıyordu. Sabahın güneşi ile yayla yeniden canlanmaya başladı. Sabahın sessizliğini koyun-kuzu melemeleri bozuyordu. Keliflerin bacalarından yükselen dumanlar ise gökyüzünün maviliğinde kayboluyordu. Hafif hafif esen sabah yeli kır çiçeği kokusu ile yayla çevresinde yükselen yeşil mi yeşil, cennet misali güzel mi güzel, dillere destan masallarda bile olmayan doğanın seyrine doyum olmuyordu.

Zümrüt yeşiliyle bezenmiş, kuzuların meleştiği, rengarenk kır çiçeklerinden bal toplayan arılarıyla, kelebekleriyle Güloğlu Yaylası “Ben yaylaların en güzeliyim” dedirtiyordu kendisine.

Sabahın güneşi, Salih Bey ile Gülizar’ın kaldığı kelifin küçücük penceresinden içeri vurunca, Gülizar kalktı. Salih Bey hala uyuyordu. Onu uyandırmamak için gürültü çıkarmadan sobayı yaktı. Usulca kelifin kapısını açtı, güzelce süzdü yaylayı, “Bugün çok güzel bir gün” dedi, kendi kendine. Bakır ibriği çeşmeden doldurdu, çay için sobanın üzerine koydu. Babası Kırçılın Süleyman, gece Cicar Ali ve Dursun Ali ile kalmıştı. Cicar Ali’nin karısı ise çocuklarıyla Dursun Ali’nin kelifine gitmişti. 

Cicar Ali’nin karısı Emine ile Dursun Ali’nin karısı Ayşe koyunları sağıyorlardı. Kuzular artık sütten kesilmişti ama onlar hala analarını emmek için melemeleri durmuyordu. Gülizar, bir süre koyunları sağan Emine ile Ayşe’yi izledi yanında oturan Karabaş’ın başını okşayarak. 

Cicar Ali’nin kelifinde geceyi geçiren Kırçılın Süleyman da kalkmıştı. Gülizar’ı kapıda oturur görünce:

-Bugün hava senin şansından çok güzel kızım.

-Gerçekten hava çok güzel baba. Çok özledim böyle mis gibi çiçek kokan havayı, çeşmeden akan buz gibi suyu.

-Böyle havalar insanın ömrünü uzatıyor benim güzel kızım.

-Öyle baba öyle.

Kahvaltıyı güneşin altında kelifin önüne kurdukları ağaç sofrada yaptılar. Gülizar sofrayı topladı. 

-Salih Bey, babam izin verirse biraz yaylayı gezelim mi?

-Olur çoban kız, hem de yürümüş olursun.

-Gezin kızım, ben de kaymakların durumuna bakacağım. Külekler doldu ise yayıkla çalkalama zamanı geldi.

-Tamam baba.

Salih Bey, Gülizar’ın elinden tutarak yavaş yavaş yürümeye başladılar. Karabaş ise arkalarındaydı. Her ikisi de yaylanın güzelliğinden çok etkilenmiş olacaklar ki hiç konuşmadan yürüyorlardı. Yaylanın dışına kadar gelince çam ağaçlarının bulunduğu alana girdiler. 

-Oturalım biraz çoban kız.

-Olur beyim.

Yüzlerini yaylaya dönerek oturdular. Yayla oturdukları yerden de çok güzel görülüyordu. Cicar Ali’den bir süre sonra Dursun Ali de kuzuları çevirmeden çıkardı. Kuzuların zil sesleri kapladı havayı. 

-Ne güzel de ötüyorlar değil mi beyim?

-Öyle çoban kız öyle.

-Bilir misin bu yaylanın bir hikayesi vardır. Dedem babama, babam da bana anlatmıştı. Dinlemek istersen anlatayım.

-Anlat çoban kız, öğlene daha çok var.

-Anlatayım: Köyde babasından dolayı Güloğlu denilen bir delikanlı ile Gülkız adında genç bir kız birbirlerine aşık olmuşlar. Her gün birbirlerini görmeden duramıyorlarmış. Birlikte hayvanlarını otlatır, birlikte katırları ile ormandan odun taşırlarmış. Gülkız’ın anne ve babası bu durumdan gittikçe rahatsız olmaya başlamışlar. Bir daha kızlarına hayvan beklemek ve ormandan odun getirmeyi yasaklamışlar. Her gün Gülkız’ı görmeye alışık olan Güloğlu, anne ve babasına kızı istemelerini söylemiş. Ama ne var ki, kızın anne ve babası kızlarını vermeye razı olmamış. Gülkız’ı köyden başka birine nişanlı olduğunu, söz kestiklerini söylemişler. 

Durumdan haberi olan Gülkız, yemeden içmeden kesilmiş. Gittikçe zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış. Yapılan köy ilaçları da fayda etmemiş. Ne yaptılarsa Gülkız iyileşmemiş ve genç yaşta muradına ermeden bir kış günü bu dünyadan göçüp gitmiş. 

Sevgilisinin öldüğünü duyan Güloğlu ise karakış günü köyü ter etmiş. Köylüler ora senin bura benim, aramadıkları yer bırakmamışlar. En sonunda bulunduğumuz yaylaya çıkmışlar. Güloğlu’nu bir kelifin kapısında donarak öldüğünü görmüşler. İşte o günden bugüne bu yaylanın adı Güloğlu Yaylası olmuş.

-Çok acıklı bir hikaye çoban kız.

-Öyle beyim çok acıklı.

-Bu acıklı hikayenin ardından şu yanından hiç ayırmadığın camadanın içerisinden kavalını çıkarıp çalsan ne güzel olur değil mi çoban kız?

-Olur mu beyim?

-Olur benim çoban kız sevgilim olur. Senin kavalını baş başa kalıp hiç dinlemedim. O kavalının sesini hep uzaklardan duydum. Şimdi ise yanı başımda duymak istiyorum.

-Peki beyim, dedi ve kavalını camadanından çıkarıp çalmaya başladı. Yanık bir kaval sesi yansıdı çam ağaçlarının yapraklarına. Karabaş, yine arka ayaklarının üzerine oturdu. 

Gülizar’ın çaldığı yanık kaval sesi yayladan da çok iyi duyuluyordu. Kaval sesini duyan kadınlar yoğurt kaymaklarını çalkaladıkları yayıkları bıraktılar. Yaylanın yukarısındaki kuzuların zil sesleri gelmiyordu. Kuzu sürüsü olduğu yerde kaldı. Otlamayı bıraktılar. 

Kaval sesini duyan Kırçılın Süleyman, kelife giderek kavalını alarak dışarı çıktı. Kapının önüne oturdu. Kızının çaldığı havayı çalmaya ona eşlik etmeye başladı. Kaval sesleri birbirlerine yankı yapıyordu adeta. Doğa susmuş, baba ve kızının kaval sesleri arasında hazır oldaydı. Kaval sesinden başka ses çıkmıyordu Güloğlu Yaylası’ndan. 

Salih Bey, baba kızın kavalını uzun süre dinledi. Nice sonra yorulan Gülizar, çalmayı bıraktı. “Beğendin mi?” diye sordu kocasına.

-Çok beğendim çoban kız. Baban da çalıyor ama sen ondan daha acıklı çalıyorsun. Neden böyle hep hüzünlü havaları çalıyorsun?

-İçimden öyle geliyor beyim.

-Herhangi bir sıkıntın, derdin yoktur umarım?

-Senin yanında benim ne sıkıntım olabilir ki beyim? 

-İyi öyleyse hadi çoban kız, kalkalım. Bilirsin anam değil ama babam meraklıdır. Babam ile vedalaşıp yola çıkalım.

-Olur beyim.

Yine el ele tutuşarak çeşmenin yanına kadar geldiler. Buz gibi çeşmenin suyundan iki avuçlarını bir araya getirerek içtiler. Kırçılın Süleyman’ı kelifin önünde oturur buldular. Salih Bey, kahya Murat’a atları hazırlamasını söyledi.

-Baba biz artık gidelim, dedi Salih Bey.

-Biraz daha kalsaydınız, akşama daha çok var.

-Bilirsin babam çok meraklıdır, zaten yaylaya gelmemize zor izin verdi. Fazla merakta bırakmayalım.

-Siz bilirsiniz. 

Şahım’ı kelif önüne getirdi Kahya Kerim. Baba kız ve Salih Bey kucaklaşarak veda ettiler. Gülizar’ı Şahım’a bindirdiler. Şahım’ın dizginleri yine Salih Bey’in elindeydi. Gülizar atın üstünde hem gidiyor hem de ikide bir dönüp gittikçe uzaklaşan babasına el sallıyordu. Kızının el sallaması Kırçılın Süleyman’ını çok duygulandırdı. Akan gözyaşlarına hakim olamıyordu. Kelif önündeki alçak iskemleye oturdu. Gülizar, gözden kayboluncaya kadar arkasından bakakaldı. 

Kurt Boğazı’na geçmeden Gülizar:

-Beyim, az duralım, yaylaya bir kez daha doya doya bakayım, ya kısmet bir daha gelmek.

-O ne demek çoban kız, gelecek yıl, çocuğumuzla geleceğiz.

-Umarım, dedi boğazı düğümlenerek… Gülizar’ın içinden bir daha yaylaya gelemeyeceği hissi Kurt Boğazı’na geçince doğdu. İki damla gözyaşı yanaklarından aşağıya süzüldü. Geri dönen Salih Bey, Gülizar’ın durumuna anlam veremedi:

-Hayırdır çoban kız, ağlıyor musun?

-Biraz öyle oldu beyim, babamdan, yayladan ayrılınca bir tuhaf oldum.

-Üzülme, babam sık sık geliyor, görürsün onu. Yaylaya da önümüzdeki yıl yine gelir, birkaç gün kalırız.

Gülizar, “umarım öyle olur” diye geçirdi içinden. 

Kurt Boğazı’nı geçince Limni’de biraz mola verdiler. Gölün güzelliği Gülizar’ı adeta hiç ilgilendirmiyordu. “Gölü de son kez gördüm” hissi var içinde. 

Karadüz’ün altındaki rampayı dikkatlice indiler. Köyün girişinde Şahım’dan indirdiler Gülizar’ı. Salih Bey, Gülizar’ın elini tutarak konağa kadar yürüdüler. 

Asım Çavuş ve Gülbahar Hatun, konak önündeki cibinlikte oturuyorlardı. Gülizar, giderek hem Asım Çavuş’un hem de Gülbahar Hatun’un elini öptü. 

-Çok sağ ol baba.

-Sen de sağ ol kızım. Babanı gördün, hasret giderdin değil mi?

-Evet baba.

-At seni biraz sallamıştır, git biraz dinlen. Ben Salih’le biraz konuşacaklarım var.

-Olur baba, dedi ve kapısı açık olan konağın kapısından içeri girerek odasına çıktı. Garip bir his vardı içinde. Yatağına uzandı, gözyaşlarını tutamıyordu. 

-Salih, hele gel otur.

-Buyur baba?

-Bak ne diyeceğim? Bu yıl gördüğüm kadarıyla ekinler çok iyi. Köylüler hep yaba ile buğdayı samandan ayırıyorlar. Rüzgar esmezse günlerce harmandan çıkamıyorlar. Kasabada Rüfet Usta var, tanırsın?

-Tanıyorum baba, iyi bir marangozdur.

-İşte bu Rüfet usta geçen yıl her nereden öğrendiğini bilmiyorum ama buğdayı samandan ayıran “harman makinesi” yapmaya başladı. Diyorum ki, kasabaya sen mi gidersin, yoksa kahyayı mı gönderirsin, bu derede bulunan altı köye birer tane harman makinesi yaptıralım. Köylüler sıra ile kullansınlar.

-Olur baba, iyi de olur, günlerce harmandan çıkamıyorlar. Kahyaya gerek yok ben de giderim. Kaça yapıyorsa parasını da peşin öderiz.

-İyi olur oğul, köylüleri harman işkencesinden kurtaralım.

-Yarın giderim baba, yol çalışması da bitmek üzereydi, yola da bakmış olurum.

-İyi olur Salih.
 

(Devamı var)

YORUM EKLE