Salih Bey Köprüsü (4)

Guş Nene, sağır imamın ikinci karısıymış. Sağır imam Ahmet ile evlendiğinde Mehmet ve Mustafa adında iki çocuğu da bakarak büyütmüş. 

Guş Nene’nin kaç yaşında olduğunu kimseler bilmezmiş. Söylenene göre yüz yaşın üstündeymiş. Ağzında tek bir dişi olmayan Guş Nene’nin çürüyen dişlerini köyde “Sınıfçı Ahmet” dedikleri “Kal Ahmet” kerpetenle çekmiş. Guş Nene, buna rağmen yemeklerini rahatça yermiş. En çok sevdiği de helvaymış. Onun için köy köy merkebiyle gezerek çerçicilik yapan Zermutlu Kötünün Hüseyin, Çitikebir’e gelirken mutlaka Guş Nene’ye helva getirirmiş. Helvayı aldığı gün akşamı helva bitermiş. Guş Nene’nin helvayı gizlettiği yeri takip eden çocuklar, gizlice alırlarmış.

Beli kamburlaşmış olmasına rağmen saçında tek bir ak bile yokmuş. Kamburluğundan dolayı ona kuşlanmaktan gelen “Guş” lakabını takmışlar. Guş Nene, bu lakabından hiç alınmazmış.

Sadece kendi köylüleri değil çevre köylüler de onu sayar severlermiş. Gangana Yaylası’nda yaşanan savaşı saatlerce dinlerlermiş. Rusların bölgeyi işgali, Rum ve Ermenilerle yaşanan o günleri anlatırmış Guş Nene. Anlatmaktan da hiç yorulmazmış.

Guş Nene’ye bölgede yaşayan Rumlar da saygı gösterirler, bir dediğini iki etmezlermiş. Çitikebir köyünün Halilli, Orta Mahalle ve Girefli mahallelerinden sadece Girefli Mahallesinde Rumlar varmış. Rumlar, çeşmeden yukarıyı mesken tutmuşlardı. Rumlar ve Türkler arasında yıllarca hiç sorun yaşanmamış, ufak bir geçimsizliği Guş Nene’ye iletilir ve sorun anında çözülürmüş.

Sağır İmam, Guş Nene elli yaşlarında iken dünyadan göçüp gitmişti. O, üç çocuğunu ile üvey çocukları Mustafa ile Mehmet’i büyütmüş, kimselere muhtaç etmemişti. Sağır İmam ölünce camiye Topal Ömer, gönüllü imam olmuştu.

Topal Ömer, Ardasa’da ahşap bir odada arzuhalcilik yapar, her Cuma ile Kurban ve Ramazan bayramlarında köye gelir namaz kıldırırmış. Vakit namazlarını ise Kuduşun İbrahim kıldırırmış. Topal Ömer ile Kuduşun İbrahim, dünyadan göçünce vakit namazlarını sınıfçı Kal Ahmet kıldırmayı sürdürmüş.

Topal Ömer, Kuduşun İbrahim ve Kal Ahmet, her cuma günleri Guş Nene’ye sırasıyla mutlaka helva getirirlermiş. Unutup da getirmeyenler, o gün Guş Nene’ye görünmezlermiş.

Xxx

Seyis Murat, Şahım’ı yine çoktan hazırlamıştı. Sabah Güneşinin altında pırıl pırıldı Şahım… Güneş, bugün sanki Şahım için doğmuştu… Şahım başını bir indiriyor, bir kaldırıyordu, yeleleri ise başka dalgalanıyordu. 

Asım Çavuş, çoktan cibinliğe çıkmış, Gülbahar Hatun’un hazırlayacağı sofrayı bekliyordu.

-Kalkmadı mı Salih?

-Kalktı, hazırlanıyor.

-Geldim baba, bağışla, köprüyü düşünmekten gözlerime uyku girmedi diyebilirim. Şeytan Kayalıklarına yeni bir tahta köprü yaptırmayı düşünüyorduk ya düşünmekten gözüme uyku girmedi diyebilirim.

-Yaptır oğul.

Bağdaş kurarak babasının karşısına oturdu Salih Bey… Anasının doldurduğu çaya şeker atarak karıştırdı. Şahım’ı tutan seyis Murat’a seslendi:

-Akideleri yerleştirdin mi terkiye seyis?

-Yerleştirdim, bey 

-Eksiğin var mı? Diye sordu Asım Çavuş

-Yok baba.

-Var, var

-Nasıl?

-Helva koydular mı terkine?

-Helva?

-Evet, Guş Nene’nin yanına helvasız gidilir mi oğul? Akşam sana söylemedim mi? Guş Nene, helvayı çok sever, onu her görmeye giden mutlaka helva götürür, diye.

-Unuttum baba, dikilmekte olan kahyaya:

-Kahya, koş Kötünün Hüseyin’den birkaç kilo helva al gel ama çabuk ol.

-Hemen beyim.

-Baba, ben önce Şeytan Kayalıklarına ineceğim. Köprünün yerini bakıp ondan sonra Çit’e gideceğim. Oraya köprü yapmamız gerek. 

-Yaptıralım oğul. Sel de çok zarar vermiş bahçelere, bostanlara… Yol boyu onlara da bakıver. Sen gözden geçir ben de kahyayı göndereyim, kimin ne zararı var tespit etsin. Ne yer ne içerler, bu zararın karşısında… 

-Avliyana’dan bugün koç nakliyatı var. Çoban parayı getirecek. İstersen zararlarını bu parayla karşılayalım.

-Olur, hele kahya zarar görenleri bir bir tespit etsin. 

-Tamam baba, bana müsaade, öğleden sonra Gangana’da olacağım. Eğildi, babasının elini öptü, anasına sarıldı, Şahım’a atladı…

Yol ayrımında atını Ardasa yönüne çevirdi Salih Bey. Yakındı Şeytan Kayalıkları. Kayalıklara gelince Şahım’dan indi. Çit Deresinin suyu oldukça çekilmişti. Ağaç köprü yapılırdı ama gelecek olan bir sel yine alıp götürürdü köprüyü. Daha yükseğe de yapmak mümkün gibi görülmüyordu.

-Ustalara söyleyeyim, şimdilik yapalım bir ağaç köprü ama yine sel  götürür. Hele ustalar bir baksın. Ağaçtan olsun en kısa zamanda yapmalıyız. 

Şahım’a yeniden binerek sürdü. Dörtnala giden atının üstünden çevredeki bostan ve meyve bahçelerine bakıyor, selden zarar görenleri o da görmek istiyordu.

Haviyana köprüsünden karşıya geçti. Yeniden attan indi. Uzunca köprüyü inceledi.

-Şeytan kayalıklarına da böyle bir köprü yaptıralım. Kayalıklar çok benziyor birbirine. 

Şahım’a yöneldi. Tam bineceği sırada, karşı yamaçtan gelen kaval sesine bir süre kulak verdi.

-Ne kadar da güzel çalıyor.

Yamaçta yayılan koyun sürüsüne ilişti gözü. Gelen kaval sesi içini bir hoş etti. Uzun süre baktı, çalanı göremedi. 

-Dertli biri olsa gerek, bir derdi mi var acaba? Arayıp sormalı. Çok kaval çalanı gördüm ama bu kadar güzel kaval sesine hiç rastlamadım. Sormalı, çalanı bulmalı.

Şahım’a bindi, Çit’e doğru sürdü. Kaval sesi kulaklarından gitmiyordu. Kimdi, kimin nesiydi? Nasıl oldu da bugüne kadar görmedim?

Kavalı düşünmekten yolun nasıl bittiğinin bile farkında olmadı. Cicar Ali’yi, Çit yol ayrımında katırı ile beklerken görünce birden ayıldı. Bir kaval sesi bu kadar etkiler mi insanı? Kaval sesi hala kulaklarında çınlıyor, içi ılık ılık oluyordu.

-Hoş geldin beyim.

-Hoş bulduk Cicar Ali, diyebildi.

-Hayırdır beyim, bir tuhafsın?

-Öyle mi görünüyorum?

-Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama bugün sende bir tuhaflık var.

Çit’e giden yamaç yola vurdular.

-Cicar Ali kaval çalmasını bilir misin?

-Bilmem beyim, bilmem de niye sordun?

-Öylesine sordum. 

Yolu yarılamışlardı ki Salih Bey:

-Önce köyde Guş Nene’yi görelim Cicar Ali

-Köyde değil, yaylada

-Nasıl o yaştaki kadın yaylaya mı gitti?

-Evet beyim, senin geleceğini duyanlar, sabahın erken saatinde yaylaya gitti, çoluk çocuk. Guş Nene de “ben de geleceğim” diye diretince merkebe bindirip onu da yaylaya götürdüler. Şu anda köyde bir Allah kulu yok. Köyü biri gelip soysa kimsenin haberi olmayacak.

-Birini bırakaydılar bari

-Kimse kalmak istemedi.

Xxx

Gülizar, kavalını kılıfına koydu, yanı başındaki çifte tüfeğini eline alarak ayağa kalktı. Karabaş ile yamaç yukarı yürüdüler sürünün arkasından. 

Sürü, Gelincik Taşlarına gelince koşarak peri bacalarını andıran taşların gölgesine durdu. Güneş, insanın beynine işlercesine yakıyordu. 

Gülizar, başındaki yazmayla alındaki teri sildi. 

-Gel Karabaş, biz de şu gölgeliye geçip, hazır sürü dinlenirken seninle bir şeyler atıştıralım.

Teyzesinin dokuduğu koyun yününden örülmüş camadanını sırtından indirdi. Çıkınını açtı. Önce ekmeği ardından tereyağı, birkaç baş taze soğan, domates ve salatalıkla kurdu bileği taşı üzerine sofrasını. Dünden kalan zeytinlerini de çıkardı. Biraz kurumuşlardı ama olsun, bu dağ başında yenilirdi. Sabah yıkamıştı salatalığı, domatesi soğanı. Bu dağ başında su gerek, her yerde su yok dedi kendi kendine. 

Kocaman ekmek parçasının içine biraz tereyağı koyup Karabaş’ın önüne koydu.

-Hadi ye bakalım benim vefalı dostum. Yemezsen küserim. Sen olmazsan ben ne yaparım bu bayırlarda, kırlarda?

Hem yiyor hem de göğe kadar yükselen sıra sıra dizilmiş kayalara bakıyordu. Acaba doğru muydu teyzesinin anlattıkları? Çit’teki Guş Neneden dinlemişlerdi bu Gelincik taşlarının öyküsünü, o da teyzesinden. 

Haviyana’dan güzeller güzeli bir kız, Çit’ten Ali ismindeki bir delikanlı ile karşılaşmış biraz ilerideki düzlükte mal otlatırken. Güzeller güzeli kızın adı da Sultan’mış.

Sultan ile Ali birbirlerine görün görmez aşık olmuşlar. Kız ile oğlan mal beklemek bahanesiyle her gün bu düzlükte buluşur, hiç konuşmadan uzaktan birbirlerine bakarlarmış.

Gün gelmiş onların bu aşkı dilden dile dolaşmaya başlamış. Adları “konuşmayan aşıklara” çıkmış.

Bir gün oğlan, “bu böyle olmayacak” demiş ve kalkmış Sultan’ın yanına gitmiş. Gözlerini yere dikerek, “görücü göndersem, bana varır mısın?” diye sormuş. Sultan kız, “He, olur” deyince çok sevinen Ali hemen geriye dönmüş, hayvanlarını köyüne sürmüş.

Çit’ten, Haviyana’ya gidilmiş, Sultan, Ali’ye istenmiş. Dillere destan olan bu aşkın düğün günü gelip çatmış.

İki gün iki gece, davullar vurmuş, kemençeler çalmış, horonlar oynanmış, halaylar çekilmiş ve sıra Sultan gelini almaya gelmiş. Düğün alayı evin önündeki harmanda horon oynarken gelinin çıkması bekleniyormuş ama Sultan gelin bir türlü evden çıkmıyormuş. Babasız Sultan gelinin anası ve üç erkek kardeşi varmış. 

Sultan gelin, evden çıkmak için anası ve kardeşlerine evde bağda bahçede ne yarsa eşit olarak taksimini dayatmış. Taksim etmeden evden çıkmayacağım, demiş. 

Ne var ne yok eşit şekilde taksim edilmiş, liste tutulmuş. Sultan gelin, bir eksiğin onun da yorgan iğnesi olduğunu söyleyince anası, “Kızım iğne nasıl taksim olur? “ diye sormuş,  o da “Eşit olarak kırın ve benim hisseme düşeni verin” demiş. Yorgan iğnesi kırılmış, Sultan gelin kendine düşeni almış ve evden çıkmış. Ata binmiş, düğün alayı ile yola koyulmuş.

Gelinin ve düğün alayının arkasından bakan anası, hem çok üzgün hem de çok kırgınmış, “Tepeye çıktığın zaman düğün alayın ile taş olup kalasın” diyerek beddua etmiş.

Sultan gelin ve düğün alayı davul ve kemençe eşliğinde köyün karşısındaki kırana çıkınca birden taş olup kalmış. O zaman bu zaman peribacalarına benzeyen göğe kadar yükselen kayalıklara “Gelincik Taşları”, düzlüğe ise “Ali Düzü” demişler.

Gülizar, “ne kızmış ama, oğlana yazık oldu.” diye geçirdi içinden. Böylesi düşman başına. 

Çıkınını topladı, yemekten kalanları camadanına yerleştirdi. Ayağa kalktı. Camadanını sırtına attı, Çiftesini yerden aldı. Sürüyü kaldırdı, Ali Düzüne doğru sürdü.

Bir süre düzlükte otlayan sürüyü, köyüne doğru yönlendirdi. Karşıda görünen Çitikebir ile Çitisağır köylerine, tepelere baktı. Yönünü Haviyana’ya doğru çevirdi, arkasında Karabaş ile köyüne doğru yürüdü sürünün arkasından.
 

(Devamı var)

YORUM EKLE