Salih Bey Köprüsü (5)

Yayla Deresi Kan Aktı

-Bu yaylada bizimkilerin üç bataryası vardı ama asker sayımız çok azdı. Çok iyi hatırlarım o günleri. Bizim ve çevre köylerin tüm kadın ve erkekleriyle dereden tut, bu Süleyman Pağarına kadar askerlerimizle iki metre yüksekliğinden yığma taştan siperler yaptık.  

Ruslar, Şeyran üzerinden Artabel’i aşarak Avliyana’ya girdiler. Askerlerimiz canla başla kendilerini savundular ama başarılı olamadılar. Rusların elinde ağır silahlar vardı. Bizimkiler çok dayanamadı, dedi Guş Nene iç geçirerek.

-Rusların bir bölüğü Çit deresinden diğer bir bölüğü de tepelerden Adisa’nın Çamlık Yaylasından hücum etmeyi sürdürüyordu. Biz kadınlar ise at, öküz arabaları ile sırtımızla Ardasa’dan takviye için mermi taşıyorduk. Ruslar, Makrel’in üstüne kadar gelmişti. Ağır silahlarla siperde olan bizimkilere durmadan ateş ediyorlardı. Bir hafta sürdü karşılıklı ateş. Bizim mermilerimiz giderek tükeniyor, kalan askerimiz sayılı ateş ediyordu. Rus askerlerinden bir bölümü Makrel Yaylasından diğer bir bölümü de sırttan ateş ederek ilerliyordu. Durmadan şehit veriyor, asker sayımız giderek azalıyordu. 

Süleyman Pağarı ile Gurza Pağarı’na şehit olan askerlerimizin kanları karışıyor, sular adeta kan akıyordu. Ruslar ilerledikçe ilerledi beyim. Bizimkilerde mermi gittikçe tükeniyor, ateş edemez hale geliyorduk. Toplarımızın mermisi tükenmişti. İki elin parmakları kadar kalan askerlerimizi de şehit etti Ruslar. Tek bir askerimiz ve erimiz kalmayıncaya kadar hepsini şehit ettiler.

Çok kanlı çatışmalar oldu bu yaylada beyim, çok. Ben ve birkaç tane kadın sırtımızdaki mermilerin Rusların eline geçmemesi için az aşağıda Cicar Al ile geçtiğin Çökek’teki çoban kulübesine sığındık. Kulübe görülmüyordu. Sinmiştik kulübenin içerisine ve birbirimize sarılmıştık. Çökeğin sağından ve solundan iki patika yol vardı. Askerlerimizi şehit eden Ruslar nara atarak, havaya mermi sıkarak köyümüze iniyorlardı. Bizi görmediler. Son Rus askeri geçinceye kadar çoban kulübesinden dışarı çıkmadık. Silah sesleri artık hem bizim köyden hem de karşı köy Çitisağır’dan geliyordu.

Çoban kulübesinden sağa sola bakarak çıktık. Kimseler görmesin diye yayla sularının aktığı Zirida Deresine çevremizi kolaçan ederek indik. Çok az olan derenin suyu adeta kan akıyor, su kıpkırmızıydı.

İki kat, başlarımız önde her tarafı kontrol ederek dere içerisinden yaylaya doğru sine sine çıkıyorduk. Yaylaya çıktığımızda her yer barut kokuyor, bataryalarımız yerle bir olmuştu. Sağ kalan askerimiz ya da erimiz var mı diye baktık. Ruslar tek bir askerimizi ve erimizi sağ bırakmamış hepsini şehit etmişlerdi.

İki gün doğru dürüst yemeden içmeden mezar kazıp şehitlerimizi tek tek toprağa gömdük. Askerimizin silahlarını topladık. Bulduğumuz iplere sardık silahları. Sırtımıza aldık. Çökek’teki çoban kulübesine getirip gizledik. Köye indiğimizde ise yaşlı erkekler, kadın ve çocuklardan başka kimse yoktu. Benim herifi köy meydanının altında evimizden girilen tünel içerisine sığınmış olarak buldum. Altmış yaşındaki sağır imam yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Çocuklarımız ise hiç ses çıkarmıyor, hala korkudan tir tir titriyorlardı.

Salih Bey, Guş Neneyi sözünü hiç kesmeden adeta nefes almadan dinledi. Köylülerden hiç ses çıkmıyordu. Çoluk çocuk bir Guş Neneye bir de Salih Beye bakıyordu. Bir kez daha Guş Neneye sarıldı, elini öptü, öptü.

-Günlerce kan aktı Zirida’nın deresi. O gündür bu gündür, bu yaylanın adını “Gangana” koyduk, çok kan aktı çok benim bey oğlum.

Guş Nene, çemberinin ucuyla, akan yaşlarını sildi. O günleri yaşar gibiydi. 

-Bu sırt yaşlılıktan değil mermi taşımaktan kamburlaştı benim has oğlum. Benimle sırtında mermi taşıyanlar göçtü gitti. Beni bekliyorlar. Ben de bir türlü göçüp gidemedim…

-Allah nice uzun ömürler versin benim güzel nenem, dedi Salih Bey. Guş Nene’nin içe doğru kamburlaşmış sağ elini avuçlarının içine aldı.

-O tuttuğun el, sırtımda mermi taşırken düştüğümde kırıldı. Kambur tuttu. O gündür bu gündür belim gibi kamburdur bey oğlum. 

-Canın sağ olsun nenem, şu anda bizimlesin ya, bu bize yeter. Bugün burada oturuyorsak senin ve senin gibi sırtında mermi taşıyan analarımız, nenelerimiz sayesindedir nenem.

-Çok çektik bey oğlum çok. Rumlarla kardeş gibiydik ama Ruslar geldikten sonra Ermeniler hep bize karşı kışkırttı onları. Bak karşıya, buradan da görülüyor. Rumlar oraya bir kilise yaptılar. Karşıdaki ormanın içine. Her pazar günü bizleri de davet eder, onlar ayin yaptıktan sonra kazan kazan pişirilen yemeklerden hep birlikte yerdik. Yüzlerce insan gelirdi Meryemanaya. Köyümüzün içinde de iki tane küçük kilise vardı. Güzel güzel geçinirdik. Ama o Ermeniler kışkırttı Rumları bize karşı. Meymenet Ermeniler. İki-üç sene kaldı Ruslarla Ermeniler. Daha sonra çekti gittiler. Ermeniler giderken de çok can yaktı. Ne var ne yok, yaktılar, yıktılar. Ankara’da Mustafa Kemal Paşa diye bir yiğit çıktı. Çok savaşlar verdi. Birkaç yıl sonra da Rumlar çekti gitti. Bu topraklar da oğul asıl sahiplerine kaldı.

Havayı yine bir sessizlik kapladı. Çocuklar bile suskundu. Kimse konuşmuyor, Guş Nene ya da Salih Beyin ağzından ne çıkacak diye bekliyordu.

Sessizliği bozan yine Guş Nene oldu:

-De haydi soğutmayın getirin beyin çorbasını, herkes sofralarının başına gitsin. 

Köylüler kıpırdandı, kadınlar koşuşturdu. Sofralar donatıldı. Bir kadın Salih Bey ile Guş Nene’nin önüne henüz yeni yapılmış sofrayı kurdu. Çit’in kendine has “Çit Çorbası” konuldu sofraya. 

-Haydi bey oğlum, bu çorbadan her yerde yiyemezsin. Bu çorba bizim köyün has buğdayından yapılır.

Salih Bey, art arda birkaç kaşık aldı.

-Çok güzel benim nenem.

-Bu çorba, dedi Guş Nene, bu çorbanın özlü buğdayını el değirmeninde çekeriz. Yarma haline gelen buğdayı ince elekten eler, unundan ayırırız. Çorba yapacağımız zaman evdeki nüfusa göre tencereye koyduğumuz suyun içerisine yarmayı dökeriz. Yarma su ile birkaç defa kaynadıktan sonra içerisine yine suda ezilmiş çökeleği koruz. Kısa bir düre daha kaynamasını bekleriz. Üzerine eritilmiş tereyağını ilave ederiz. Kurutulmuş naneyi de serpiştiririz. 

-Yapanın ellerine sağlık nenem, gerçekten çok güzelmiş. 

-Maden hoşlandın koysunlar bir tas daha.

-Yok nenem 

Kadınlar, üzerine bal sürülmüş kete ve yanında yoğurt getirdiler. Keteler henüz sıcaktı. Salih Bey, ketenin birini iştahla yedi. 

Guş Nene’ye baktı Salih Bey, “köprüleri sorsam mı acaba?” diye geçirdi içinden. Guş Nene, beyin bir şey soracağını anlamış olacak ki,

-Sor sor ne soracaksın sor bakayım bey oğlum.

-Benim güzel nenem, Şeytan Kayalıklarını bilirsin.

-Bilirim oğul, çok can aldı o kayalıklar. Ağaçtan yapılan köprüler de dayanmadı. Kabarmaya görsün Çit Deresi her şeyi önüne katıp götürüyor.

-İşte nenem ben de o kayalıklara taş köprü yaptırmak istiyorum. Nenem bilir diye düşündüm. Haviyana deresine ve bu köyün altında iki tane kemer köprü yapılmış. Kim yaptı, kimler tarafından yapıldı benim nenem bilir diye düşündüm.

Guş Nene kısa bir süre düşündü:

-Bizim köyün aşağısındaki köprüleri kim yaptı, kimler tarafından yaptırıldı bilmem. Ben beni bildim bileli o köprüler var. Haviyana deresindeki köprüyü ise Horasan’dan getirilen iki usta tarafından yapıldığını bilirim. Başka da bir şey bilmem bey oğlum.

-Horasan’dan mı geldi Haviyana köprüsünü yapan ustalar?

-Horasan’dan, dedi Guş nene.

-Çok sağol benim nenem. Ver elini bir daha öpeyim. Yolum uzun gitmem gerek.

Salih Bey, Guş Nene’nin elini öptü, ayağa kalktı:

-Herkes yemeğini sürdürsün, kimse sofradan kalkmasın. Benim yolum uzak. Biraz da işlerim var. Sakın kalkmayın. Cicar Ali ile Dursun Ali’yle göz göze geldiler. Salih Bey, atına doğru yürürken, çobanlar yanına geldi. 

-Alıcılar gelip aldılar mı tosunları.

-Aldılar beyim, biz buraya gelmeden az önce Herek tarafına aşırdılar.

-İyi, dedi Salih Bey, Dursun Ali’ye dönerek:

-Dursun Ali bayrama iki gün kala yedi tane iyi besili tosun alıp Zermut’a gelesin. Zermut’un yedi mahallesinde bunları kurban kesip fakir fukaraya dağıtasın.

-Olur beyim.

Salih Bey, geldiği yoldan Cicar Ali ile geri döndü. Cicar Ali önde Salih Bey arkada, Çit yol ayrımına indiler.

(Devamı var)

YORUM EKLE