Kahya Kerim akşama doğru Tilki Kadir ile konağa geldi. Salih Bey, hala köprü ustası Horasanlı Hüseyin ve oğlu ile yapılacak köprü üzerine konuşuyorlardı. Kerim’i gören Salih Bey:
-Gel, kahya ne yaptın?
-Beyim, yiyeceğinden, sobasına, kışlık odununa, yatağına kadar her şey hazır hale getirildi. Ustalarımız rahatlıkla kalabilirler.
-Güzel, Hüseyin Ustaya dönerek, usta, kahya sizi kalacağınız eve götürsün. Buraları biliyorsun. Kalacağınız yer ile yapacağınız köprü arasındaki mesafe yakın. Rahatlıkla gidip gelebilirsiniz.
- Bu iyi beyim. Bizi kahya kalacağımız eve götürsün. Malzemelerimiz kasabadan ne zaman getirilir?
-Yarın da onları hallederiz Hüseyin usta.
-Oldu, şimdilik bize müsaade.
-Kahya ile Kadir sizi götürsünler.
-Tamam beyim.
-Kahya, dedi Salih Bey, geçerken kahveci Pırpır Ali’ye söyle yarın akşam herkes kahvede toplansın ama herkesi istiyorum. Gelmeyen kalmasın.
-Baş üstüne beyim.
Ustalar gittikten sonra Salih Bey, konağa girdi. Gülbahar Hatun, ebe kadın Gülsüm ve Şakir Mustafa’nın karısı Cemile salonda oturuyordular.
-Ana hep Aslan’ı sen seviyorsun, ver de biraz da ben seveyim.
-Olur Salih oğlum, al, doya doya sev aslan torunumu.
-Gel bakayım, gel, başladın büyümeye, değil mi ana?
-Büyüyor Aslan torunum. Adı da Aslan, adı gibi aslan olacak.
-İnşallah ana.
Oğlunu kucağına aldı, biraz sevdikten sonra durakladı. Gözleri daldı gitti. Çoban kız Gülizar geldi gözlerinin önüne. “Çoban kız benim gönlüm sana düştü, senin gönlün kime düştü?” verdiği “Sana düştü beyim sana düştü” cevabı hatırladı. Kucağındaki oğlunu adeta unutmuştu, annesinin:
-Salih, Aslan bebek düşecek, dikkatli ol, uyarısı ile kendine geldi.
-Daldım bir an ana.
-Anladım, Cemile al sütünü ver, Gülizar ile odaya götür yatır bebelerimi.
-Tamam Gülbahar ana.
Cemile kadın bir koluna Aslan’ı diğer koluna da kendi çocuğu Gülizar’ı alarak odaya çıktı.
-Konuştun mu ustalarla Salih, ne diyorlar?
-Yapacaklar köprüyü ana. Ne gerekiyor onu konuştuk.
-Paramız yetecek mi köprüyü yaptırmaya?
-Var ana merak etme, fazla fazla var.
-Sen niye konuşmuyorsun ebe kadın?
-Ne konuşayım ana, Süleyman’ı düşünüyorum.
-Neyini düşünüyorsun?
-Bir tuhaf geliyor bana, bazen dalıp gidiyor, bazen de öyle oluyor ki sanki az önceki Süleyman o değil.
-Kolay değil Gülsüm, canı gibi çok sevdiği kızını kaybetti.
-Öyle de ana, evladını kaybeden tek Süleyman değil.
-Sen yalnız bırakma onu.
Xxx
Kırçılın Süleyman, Cicar Ali, Dursun Ali ve Mustafa 32 koç ve 173 koyunu mandıraya yerleştirdiler. Yemliklerine yemleri bıraktılar.
-Sürekli yem vermeyin, tuzluklara tuz koyun, su vermeyi de unutmayın, diyerek çobanları uyardı. Dursun Ali’ye dönerek:
-Sen de karını, çoluk çocuğunu alarak köye git. Babam hasta diyordun. Beyim on gün dedi ama on beş gün kal köyünde. Ne ihtiyaçları var ise gider. Sağlık durumuna bak babanın. Eğer babanın durumu iyi değilse haber yolla, biraz daha kalabilirsin köyde.
-Çok sağ ol beyim. Bu akşamdan gidebilir miyim?
-Olsun git, dediğim gibi, baban ve ananın her türlü ihtiyaçlarını gider. Evini kışa hazırla. Yakacak odununu hazırla. Ne ihtiyaçları var ise al. Paran yetmezse haber ver. Sakın ola bir ihtiyaçlarını eksik etmeyesin.
-Sağ olun beyim.
Süleyman, Cicar Ali ile Mustafa’yı bir kenara çekerek:
-Dursun Ali gelsin, sırayla sizlere de izin vereceğim. Köyünüze gider, evinize barkınıza bakarsınız.
Akşam karanlığı bastırıyordu. Kırçılın Süleyman, Karaca’nın dizginlerini vurdu. Bu kez atını binmedi. Bir süre yürüdü. “Yol ayrımında binerim” dedi kendi kendine.
Zermut yol ayrımında Kötünün Hüseyin ile karşılaştı. Kasabadan eşeğini yüklemiş köye gidiyordu. Süleyman’ı görünce, “selam” verdi.
-Mandıradan mı Süleyman emmi?
-Evet, sen de kasabadan geliyorsun?
-Öyle, biraz bir şeyler aldım. Yarın köyleri dolaşıp, satabildiklerimi satacağım. Köye gidiyorsan birlikte gidelim, yolda da konuşuruz.
-Biraz daha buralardayım Hüseyin, sen git.
-Tamam emmi.
Kırçılın Süleyman, Kötünün Hüseyin’in gözden kaybolmasını bekledi. Dönemeci dönmesi ile Kötünün Hüseyin gözden kayboldu. Karaca’ya bindi, atını Şeytan Kayalıklarına sürdü. Bir süre baktı kayalıklara atının üstünden. Yavaşça indi. Köprünün üzerine geldi. Ay ışığı çoktan Çit Deresi’ni aydınlatmaya başlamıştı. Köprünün ağaç korkuluklarına yaslandı. Dereye baktı.
“Katil dere nasıl aldın canım Gülizar’ı mı? Can almaya doymadın mı? Daha sana ne kadar can vereceğiz? Öyle bir yerden geçiyorsun ki, Şeytan Kayalıklarından. Benim canım gibi sevdiğim, göz bebeğim çoban kızımı nasıl aldın. Hiç kıymadın mı ona? Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi şırıl şırıl akıyorsun. Bağ bırakmadın aldın, bahçe bırakmadın aldın, bostan bırakmadın aldın, benim kızımdan ne istedin katil?”
Geri döndü. Karaca’nın yanına geldi. Bir taşın üzerine oturdu. Taşın soğukluğunu hissetmiyordu bile. Uzun uzun ağaç köprüye baktı. “Senden önceki köprü de suçlu. Hain dereye dayansaydı, kızım, Gülizar’ım sağ olacaktı. Seni de yıkar bu dere. Bu dere katil dere, cana, mala doymayan deredir ey köprü, seni de bir gün gelecek alıp götürecek.”
Gece ilerledikçe hava iyice soğuyordu. Karaca ay ışığında başını bir aşağı bir yukarı sallıyordu. Kırçılın Süleyman’ına bir şeyler söyler gibiydi. O, elini iç cebine attı. Kavalını çıkardı. Kılıfını açtı, taşın kenarına kılıfı koydu. Kavalı yavaş yavaş ağzına götürdü, önce yavaş üflemeye başladı. Buz kesmiş parmakları kavalın deliklerinde inip kalkıyor, üfledikçe üflüyordu. Ciğerindeki nefesi tüketircesine üflüyordu. Acı bir kaval sesi Çit Deresi’nin sesine karışıyordu. Saatlerce çaldı, çaldı.
Vücudu gittikçe uyuşuyordu, parmakları yavaşlıyordu. Çaldığı kavalın sesi gittikçe bozuluyordu. Gözleri kapanıyordu. Kavalı ağzında yavaş yavaş yana devrildi. Donmuş parmakları hala kavalını tutuyordu. Kesildi kavalının sesi. Ciğerindeki nefesi bitmişti. Soluk almıyordu. Derin bir uykuya daldı.
Gece yarısını geçmişti. Ebe kadın Gülsüm, hala Kırçılın Süleyman’ın gelmesini bekliyordu. Gözüne uyku girmiyordu. Yatağının üzerinde öylece oturuyordu. Kalbi sıkışıyordu. Oturduğu yerden kalktı. Odanın kapısını açtı. Gülbahar Hatun’un kaldığı odaya yöneldi. Kapıyı çaldı yavaşça:
-Gülbahar ana.
Kulak verdi. Ses gelmeyince bir daha kapıyı çaldı. Bu kez daha seslice:
-Gülbahar ana.
Yatağından kalkan Gülbahar Hatun, gaz lambasının fitilini yukarı verdi. Oda ışıklandı.
-Ne oldu Gülsüm?
-Aç ana aç, kapıyı açan Gülbahar Hatun’a:
-Ana, Süleyman gelmedi. Sürüyü mandıraya koyduktan sonra geleceğim dedi ama hala gelmedi.
-Dur kızım üstümü giyinip geliyorum.
Öyle de etti. Üstünü giydikten sonra salona indiler. Salon hala sıcaktı.
-Ana bir şey oldu Süleyman’a, içimde öyle bir his var. Yoksa bu saate gelirdi.
-Dur kızım Salih’i uyandırayım.
Gülbahar Hatun önce Salih Bey’i, daha sonra da Şakir Mustafa’yı uyandırdı. Salondaydılar.
-Beyim, dedi ebe kadın Gülsüm, gelmedi Süleyman.
Salih Bey:
-Mustafa git kahya ile seyisi uyandır gelsinler.
-Hemen beyim.
Biraz sonra Kahya Kerim ile seyis Murat, Mustafa ile birlikte geldiler.
Kahya merakla:
-Hayırdır beyim, bir şey mi oldu?
-Süleyman yok kahya. Hemen Şahım’ı alın, hiç zaman geçirmeden doğru Şeytan Kayalıklarına gidin. Kesin oradadır.
-Haydi, durmayalım, hemen gidelim, dedi kahya.
Seyis Murat Şahım’ı çıkarırken, Kahya Kerim de evinden gaz fenerini aldı. Hızlı adımlarla yola koyuldular. Dışarıda dondurucu bir soğuk vardı. Aldıkları nefesler, buhar olarak ağızlarından çıkıyordu. Çit yol ayrımına gelince Seyis Murat, Şahım’a binerek hızla Şeytan Kayalıklarına sürdü. Kahya Kerim ile Şakir Mustafa ise koşuyorlardı.
Şeytan Kayalıklarına ilk gelen Seyis Murat, Karaca’nın sürekli başını salladığını gördü ay ışığında. Hızla attan indi. Yana yatan Kırçılın Süleyman’a koştu.
-Süleyman emmi… Süleyman Emmi… diye seslendi ama Süleyman’dan ses çıkmıyordu. Yan yatmış vücudunu doğrulttu. “Emmi, emmi” diye seslendi. Elinde tuttuğu kavalı almak istedi. Buz kesmiş parmaklarına eli değdi. “Emmi, emmi” diye bir kez daha seslendi. Kahya Kerim ile Şakir Mustafa da koşarak geldiler. Murat, başını iki yana sallayarak, Süleyman’ın bedeninin cansız olduğunu anlatmak istedi.
-Olamaz, dedi Kahya Kerim.
-Ne yapacağız?
-Ata bindirelim, sağlamca tutup götürmeden başka yapacak bir şeyimiz yok Şakir Mustafa.
Kırçılın Süleyman’ın cansız bedenini yerden kaldırdılar. Bir tarafında başı, diğer tarafında bacakları asılacak şekilde Karaca’nın üstüne yerleştirdiler. Süleyman hala donmuş elleri arasında kavalını tutuyordu. Dokunmadı kahya Kerim de, Seyis Murat da…
(Devamı var)
Yöresel halk kültürünün yaşatılması, geçmişin değerlendirilmesi ile bugüne ve geleceğe köprü oluşturacak, katlı sağlayacak önemli bir eser olarak görüyorum, Yazar sayın İbrahim Özdemir abimizin böylesine akıl teri ile emeği bulunan bu faaliyeti ile ortaya çıkan muhteşem eseri takdire şayandır, tebrikler başarılar