Yolculukların hüzünlü bir yanı vardır. Bir başına gidersin hep. Kendini dinler, yaşadıklarına dönersin. Yağmur, yağışla ayrıldım memleketimden. Şehrin gürültüsü hengâmesi bir anda geride kaldı. Bindiğim otobüs Zigana’da mola verdi. Çay içebilecek bir kahvehane aradım. Bir bardak sıcak çayın ilk yudumuyla dağların sesiz halinin seyrine daldım ve yolculuk yeniden başladı, bir süre sonra vardığım bu şehrin otogarının tam ortasındayım. Bir elimde bavul diğerinde yalnızlık…
İşte o an içinize, önüne geçilmez bir yabancılık duygusu ya da korkusu çöküverir. Çevredeki insanlar sanki size bakmakta, herkes sizi izlemektedir duygusuna kapılırsınız. Ne zaman ki kendinizi bir otele, ya da kalacağınız yere eşyalar bırakılır, yabancılık duygusu anında merak duygusuyla yer değiştirir. Gerçi ilk günlerde bu şehirde bütün mevsimler kol kola, hatta iç içe girmiştir sanki. Kara kara bulutlar sizin üzerinize ağlar, yağmur sadece sanki sizin üstünüze yağar, güneş en çok sizi yakar, rüzgâr en acımasız gücünü sizde sınar gibidir. Karanlık daha bir zifiri, gökyüzü daha bir iç sıkıcıdır. Geçirdiğiniz zamanın bile ayarı bozulmuştur sanki.
Bu şehirdeki ilk günlerde her şey yabancı, her şey üstüne üstüne gelir insanın. Sokaklar farklı, meydanlar farklı, pazaryerleri, dükkânlar, vitrinler, evler, evlerdeki kapılar, kapılardaki tokmaklar bile farklıdır. Şehir sizi yabancı sayar, siz ise şehirden korkar, sebepsiz ürküntüler içinde, tarifsiz tedirginlikler yaşarsınız. Yaşadığınız bu şehirde her gördüğünüz yüz, her duyduğunuz isim, her tanıştığınız insan apayrı bir dünyadır. Şiveler, sevinçler, her şey ilginçtir. Sanki ağaçların yeşili, yaprakların dokusu ilk kez görülür, çiçeklerin kokusu ilk kez duyulur gibidir.
İster istemez bir süre, o güne değin yaşadığınız şehirle, alışmak zorunda olduğunuz yeni şehir arasına sıkışıp kalırsınız. Sıkılır, daralırsınız, ama ne zaman ki tüm cesaretinizi toplar, yeni şehrin sokaklarında, ufak ufak tanışma turlarına çıkarsınız; caddelerin, sokakların adlarıyla, tarihi mekân ve yapıların ayrıntılarıyla tanışır, geçmişi yaşar, hikayelerinde yolculuğa çıkarsınız. İşte o zaman, kentin sıcaklığını hissetmeye, nabız atışlarını duymaya, canlılığını yaşamaya, onunla bütünleşmeye başlamışsınız demektir.
Ekmeğin, pidenin, pestil’in ve kömenin, en iyisinin nereden alınacağını, peynirlinin, kıymalının, siron’un en güzelinin nerede yeneceğini bildiğinizde, görülecek tarihi ve kültürel değerlerin, ayakta durabilmek için inatla zamana karşı direnen ve onarılmayı bekleyen nice tarihi zenginliklerin ne yöne düştüğünü öğrendiğinizde, varacağınız yere kadar da sayısız insanla dostça selamlaşıp hal hatır sorduğunuzda, kış mevsiminde ince ince yağan kar’ın altında Harşit çayı boyunca yürürken, Kuşakkaya’dan gelen ayazı yediğiniz gece, sabahlara kadar yüksek ateşle yandığınızda, ormanlarında, derelerinde, yaylarında, dağlarında gezilecek ve piknik yapılacak yerleri bildiğinizde, artık o şehrin ayrılmaz bir parçası olduğunuza hiç şüphe yoktur. Eh, böyle olunca da haliyle şehir sizi kabullenmiş, tüm saflığıyla size yüreğini açmış, dostluğunu sunmuş demektir.
İlk günlerde yaşanan yalnızlık duygusu, kısalı uzunlu tatillerde zaman zaman yakanızı bir türlü bırakmaz. Bayramları, yıllık izinleri iple çekersiniz. Gelmeyecek diye düşündüğünüz günler er geç gelir gelmesine ya, bu sefer de otobüste geçen her saniyeyi, her dakikayı saymaya başlarsınız. Yolculuk bittiğinde kendinizi aşağıya nasıl atacağınızı bilemezsiniz. Bu kez de yeni bir kâbusla yüzleşirsiniz. Garajla ev arası uzadıkça uzar. Ne zaman ki evin zilini çaldığınızda sevdiklerinizden biri kapıyı açar, işte o an dünyalar sizin olur. Kavuşma coşkusunu doyasıya yaşayamadan, ayrılışın hüznü çöreklenir yüreğinize. Derken, yolculuklar tavsar, rutine dönüşür. Son göz ağrısı şehirde edindiğiniz arkadaşlar, dostlar, sokaklar, caddeler, evler, yaşanmışlıklar da yolunuzu gözlemeye başlamıştır. Orada da özleyenlerin, özlenenlerin varlığı, dönüşünüzü daha bir çekici hale dönüştürmektedir. Bundan sonraki yolculuklar iki şehrin terminali, daha doğrusu otobüslerin iki kapısı arasına sıkışmıştır adeta. Gidişler dönüşler, özlemler, kavuşmalar, ayrılıklar, kavuşmalar, nemli gözler, hüzün, coşku karışımı an'lar, anılar...
Diyelim ki; gün geldi, her hangi bir nedenle yaşadığınız bu şehirden ayrıldınız. Kaldığınız sürece, zaman zaman çok sıkıldığınız, bunaldığınız, ayrılış gününü dört gözle beklediğiniz bu kenti, aradan geçen onca zamana rağmen bir türlü unutamıyorsanız, her fırsatta, "Şimdi Zafer Meydan’ında, ince belli bardaktan demli bir çay içmek vardı" diye iç geçiriyorsanız, şurası Zafer meydanın karşısında minarelerinden akşam namazının geldiğini muştulayan ezan sesinin yükseldiği Kemaliye Camii, şurası Gümüşhane köprüsü, hemen yanında karakol karşısında Fatih Parkı, Harşit çayı boyunca uzun uzun yürüdükçe çayın sağındaki şirin bina, Etnoğrafya Müzesi, karşısında görünen özgün Gümüşhane mimarisiyle yenilenen Balyemez konağı diye düşlüyorsanız, hamur işi yediğinizde Hışır Osman’ın peynirli ve kıymalısını, her tatlıda pestil ve köme’yi, her çay yudumlayışta Zafer Meydanındaki çay ocaklarını, gördüğünüz her dağı Zigana diye hatırlıyorsanız, hiç şüpheniz olmasın, siz çoktan Gümüşhaneli olmuş, beyninizi, yüreğinizi oralarda bırakmışsınız…
İşte o an içinize, önüne geçilmez bir yabancılık duygusu ya da korkusu çöküverir. Çevredeki insanlar sanki size bakmakta, herkes sizi izlemektedir duygusuna kapılırsınız. Ne zaman ki kendinizi bir otele, ya da kalacağınız yere eşyalar bırakılır, yabancılık duygusu anında merak duygusuyla yer değiştirir. Gerçi ilk günlerde bu şehirde bütün mevsimler kol kola, hatta iç içe girmiştir sanki. Kara kara bulutlar sizin üzerinize ağlar, yağmur sadece sanki sizin üstünüze yağar, güneş en çok sizi yakar, rüzgâr en acımasız gücünü sizde sınar gibidir. Karanlık daha bir zifiri, gökyüzü daha bir iç sıkıcıdır. Geçirdiğiniz zamanın bile ayarı bozulmuştur sanki.
Bu şehirdeki ilk günlerde her şey yabancı, her şey üstüne üstüne gelir insanın. Sokaklar farklı, meydanlar farklı, pazaryerleri, dükkânlar, vitrinler, evler, evlerdeki kapılar, kapılardaki tokmaklar bile farklıdır. Şehir sizi yabancı sayar, siz ise şehirden korkar, sebepsiz ürküntüler içinde, tarifsiz tedirginlikler yaşarsınız. Yaşadığınız bu şehirde her gördüğünüz yüz, her duyduğunuz isim, her tanıştığınız insan apayrı bir dünyadır. Şiveler, sevinçler, her şey ilginçtir. Sanki ağaçların yeşili, yaprakların dokusu ilk kez görülür, çiçeklerin kokusu ilk kez duyulur gibidir.
İster istemez bir süre, o güne değin yaşadığınız şehirle, alışmak zorunda olduğunuz yeni şehir arasına sıkışıp kalırsınız. Sıkılır, daralırsınız, ama ne zaman ki tüm cesaretinizi toplar, yeni şehrin sokaklarında, ufak ufak tanışma turlarına çıkarsınız; caddelerin, sokakların adlarıyla, tarihi mekân ve yapıların ayrıntılarıyla tanışır, geçmişi yaşar, hikayelerinde yolculuğa çıkarsınız. İşte o zaman, kentin sıcaklığını hissetmeye, nabız atışlarını duymaya, canlılığını yaşamaya, onunla bütünleşmeye başlamışsınız demektir.
Ekmeğin, pidenin, pestil’in ve kömenin, en iyisinin nereden alınacağını, peynirlinin, kıymalının, siron’un en güzelinin nerede yeneceğini bildiğinizde, görülecek tarihi ve kültürel değerlerin, ayakta durabilmek için inatla zamana karşı direnen ve onarılmayı bekleyen nice tarihi zenginliklerin ne yöne düştüğünü öğrendiğinizde, varacağınız yere kadar da sayısız insanla dostça selamlaşıp hal hatır sorduğunuzda, kış mevsiminde ince ince yağan kar’ın altında Harşit çayı boyunca yürürken, Kuşakkaya’dan gelen ayazı yediğiniz gece, sabahlara kadar yüksek ateşle yandığınızda, ormanlarında, derelerinde, yaylarında, dağlarında gezilecek ve piknik yapılacak yerleri bildiğinizde, artık o şehrin ayrılmaz bir parçası olduğunuza hiç şüphe yoktur. Eh, böyle olunca da haliyle şehir sizi kabullenmiş, tüm saflığıyla size yüreğini açmış, dostluğunu sunmuş demektir.
İlk günlerde yaşanan yalnızlık duygusu, kısalı uzunlu tatillerde zaman zaman yakanızı bir türlü bırakmaz. Bayramları, yıllık izinleri iple çekersiniz. Gelmeyecek diye düşündüğünüz günler er geç gelir gelmesine ya, bu sefer de otobüste geçen her saniyeyi, her dakikayı saymaya başlarsınız. Yolculuk bittiğinde kendinizi aşağıya nasıl atacağınızı bilemezsiniz. Bu kez de yeni bir kâbusla yüzleşirsiniz. Garajla ev arası uzadıkça uzar. Ne zaman ki evin zilini çaldığınızda sevdiklerinizden biri kapıyı açar, işte o an dünyalar sizin olur. Kavuşma coşkusunu doyasıya yaşayamadan, ayrılışın hüznü çöreklenir yüreğinize. Derken, yolculuklar tavsar, rutine dönüşür. Son göz ağrısı şehirde edindiğiniz arkadaşlar, dostlar, sokaklar, caddeler, evler, yaşanmışlıklar da yolunuzu gözlemeye başlamıştır. Orada da özleyenlerin, özlenenlerin varlığı, dönüşünüzü daha bir çekici hale dönüştürmektedir. Bundan sonraki yolculuklar iki şehrin terminali, daha doğrusu otobüslerin iki kapısı arasına sıkışmıştır adeta. Gidişler dönüşler, özlemler, kavuşmalar, ayrılıklar, kavuşmalar, nemli gözler, hüzün, coşku karışımı an'lar, anılar...
Diyelim ki; gün geldi, her hangi bir nedenle yaşadığınız bu şehirden ayrıldınız. Kaldığınız sürece, zaman zaman çok sıkıldığınız, bunaldığınız, ayrılış gününü dört gözle beklediğiniz bu kenti, aradan geçen onca zamana rağmen bir türlü unutamıyorsanız, her fırsatta, "Şimdi Zafer Meydan’ında, ince belli bardaktan demli bir çay içmek vardı" diye iç geçiriyorsanız, şurası Zafer meydanın karşısında minarelerinden akşam namazının geldiğini muştulayan ezan sesinin yükseldiği Kemaliye Camii, şurası Gümüşhane köprüsü, hemen yanında karakol karşısında Fatih Parkı, Harşit çayı boyunca uzun uzun yürüdükçe çayın sağındaki şirin bina, Etnoğrafya Müzesi, karşısında görünen özgün Gümüşhane mimarisiyle yenilenen Balyemez konağı diye düşlüyorsanız, hamur işi yediğinizde Hışır Osman’ın peynirli ve kıymalısını, her tatlıda pestil ve köme’yi, her çay yudumlayışta Zafer Meydanındaki çay ocaklarını, gördüğünüz her dağı Zigana diye hatırlıyorsanız, hiç şüpheniz olmasın, siz çoktan Gümüşhaneli olmuş, beyninizi, yüreğinizi oralarda bırakmışsınız…
ğzina sağlik müdürüm. eşekkür ediyorum. güzel bir yazita