“Yeryüzünün öğretmeni olmak için gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir”
Aliya İzzetbegoviç
Işığın doğduğu ve karanlığı boğduğu yer serhat şehir Kars’ın güzel ilçesi Kağızman’a yol aldığım zaman duvardaki takvim doksan dördün eylül ayını gösteriyordu. Ardımda kalıyorken mesafeler önümde bilmediğim bir iklime doğru yollar tükenmek bilmiyordu. Ve nihayet yazdan kalma bir sıcak saçlarımı okşuyordu Aras’ın kenarına denklerimi indirdiğimde.
Karşımda Aydınkavak Köyü Aras’ın kenarında adını aldığı yemyeşil kavakların hışıltısı içinde sanki üç yüz yıl uyuyan yedi uyurdan biri gibiydi. Ve sanki yolumu gözlüyordu saçları yayla çiçeği kokulu, tandır yanığı yüzlü çocuklar. Lojmanın gıcırdayarak açılan köhne kapısının arkasında harabeye dönmüş bir manzara hoş geldin der gibi duruyordu önümde. Çalı süpürgesi ile açtığım bir yere yıktım yer yatağımı ve uzandım ellerim başımın arkasında. Yorgun gözlerim pencerenin pervazındaki bir budak deliğinden köyün manzarasını izlemeye daldım. Yarın ilk günü öğretmenliğimin. Öğrencilerim kim? Ayşe’mi, Ali mi, Ceylan mı bilemiyorum. Yüreğimde adeta zapt edemediğim bir ceylan sekiyor zıp zıp. Anamın verdiği tarhanadan bir çorba kaynatıp içtikten sonra sabahın ilk ışıklarına hasret yorgun gözlerim heyecandan kapanmayı dahi getiremiyor aklına...
İlk öğretmenliğime merhaba diyeceğim yarını iple çekerken çok yıllar öncesinden bir hayal perdesi aralanıyor lojmanın kirli duvarlarında. Ve duvarda doldurulmuş tilkinin kuyruğundan gelen bir kesif koku sızlatıyor burnumun direğini. Bir sinema şeridi gibi yetmiş yedi senesine, ilkokul birinci sınıfın o ilk günlerine uzanıveriyorum.
Ve gözlerim dolu dolu, heybemde Gümüşhane’den getirdiğim kuşburnu güllerinin rayihası eşliğinde kaleme döküyorum bu satırları. O ilk gün o küçük kafamda hayallerini kurduğum ve kesinlikle öğretmen olacağım kararını verdiğim siz en büyük kahramanıma yazıyorum bu mektubumu. Gözyaşlarım çiğ tanesi sanki yazdığım satırları siliyor bir yandan.
Gümüşhane’nin en uzak köyünden en yakın gurbeti Trabzon’un Arafilboyu Mahallesi olmuştu meskenimiz. Birbirine dayalı her biri küçücük duvarları yosunlu, teneke damlı harabe evler Trabzon Limanına bakıyordu. Kum tekneleri ile Ege Vapurunun birbirine nazire yapar gibi çıkardığı siren sesleri bölüyor düşlerimi. Ve dışarıda kocaman lağım fareleri sanki yakar top oynuyordu kırkmerdivenin alt tarafında. Korkudan anamın diktiği yün yorganı dışında kalan sol ayağımı çekiyorum göğsüme kadar. Kapıda zemherinin habercisi soğuk ve ben üşüyorum.
Köyden iki ay geç gelince ablam Fadime ellerimden tutmuş Maşatlık’ta yer alan Üniversite İlkokulu’na doğru adeta segirterek gidiyorum. Ancak birkaç dakika sonra Yunus Öğretmenimin sınıfının kapısında iki gözüm iki çeşme ağlıyor halde buluyorum kendimi.
“Benim öğrencilerim neredeyse okumaya geçti ben bu saatten sonra bununla uğraşamam” sözleri kulağımda zonk zonk çınlıyor Yunus Öğretmenimin. Derken kısacık boyu ile hayalimde adeta gözlerimde devleşen Okul Müdürü Osman Nuri Tonyalı belirivermişti koridorun başında. Geldi ve başımı okşadıktan sonra döndü Yunus öğretmene.
“Ben bu çocuğa kefilim. Okula alınmadığı için bu kadar gözyaşı döken bir çocuğa sen hiç rastladın mı hayatında. Şimdi biz bu çocuğu nasıl geri gönderebiliriz?”
İşte o gün ilk ve tek modelim oldunuz benim. O gün iki öğretmenin profili hayatıma derin izler bırakmıştı. Negatif ve pozitif iki kutup ve ikisi de öğretmen. Biri kolaya kaçan ve kendini düşünen; diğeri bir küçük kara gözün arkasında ki inancın ışıklarını fark edebilen.
En arka sırada yalnızlık düşse de kaderime Yunus öğretmenimi adeta bir gölge gibi takip ediyor, hiçbir anını kaçırmıyordum. Ama o beni adeta bir ayrık otuymuşum gibi arka sıralarda unutmuş benden bihaber dersini anlatıyor ve tarafıma dahi bakmıyordu. Arkadaşlarım benimle bir kelime konuşmuyor, dışarıda hiçbiri beni oyunlarına dahi katmıyorlardı. Ayağımda cızlavut lastiği, sırtımda anamın çarşafından diktiği siyah önlüğümle adeta bir yoksulluk fotoğrafı misali gözyaşlarımı içime akıtıyor ama asla yılmıyorum.
Ve bir gün resim dersinde hemen her gün seyre daldığım Trabzon Limanını ve buğday silolarını defterime dökmüş boyamakla meşgul iken sol yanımda bir karaltı hissettim. Başımı kaldırdığımda Yunus öğretmenimin yaşaran gözleriyle bana baktığını gördüm. İlk defa bana hitap ediyor ve tahtaya kalkmamı istiyordu. Ok gibi fırladım tahtaya. Tebeşiri al eline ve yaz dedi. Her ne dediyse daha onun ağzından çıkmadan ben tahtaya adeta bir gergefe dantelâ örer gibi nakşediyordum. Ardından peş peşe sorular ve rüzgâr hızıyla verdiğim cevaplarla halden hale giriyordu öğretmenim.
“Allah Allah” dedi ve yutkundu. Oturduğum sıraya çökmüş ve ben onun gözlerinde pişmanlıkla mutluluğun resmini yan yana görebiliyordum. Sıranın üstünden resim defterimi aldı ve yanıma gelerek saçımı okşadı. Allah’ım bu nasıl bir duyguydu anlatmak mümkün değil. Bu sefer gözlerimin derinindeki gözeden mutluluk gözyaşları zuhur ederek kapkara yanaklarımı ıslatıyordu. Ve döndü sınıfa “çocuklar” dedi ve yutkundu. Arkasını getiremedi sözcüklerin. Yerine oturdu ve bir müddet sonra devam etti sözlerine;
“Ben İsmail’i biliyorsunuz sınıfıma almadım. En arka sıraya yalnız bıraktım onu. Ve sizde gördünüz ki hiç ama hiç ilgilenmedim onunla. Ama bakın kendi azmiyle okumayı yazmayı ilk o öğrendi. Bir de çok güzel resimler yapıyor. Ben sizin huzurunuzda ondan özür diliyorum.”
Öğretmenimin gözyaşları o tombul yanaklarından süzülürken bir alkış tufanı ile kendime gelebildim. Öncelikle Osman Nuri ve sizin sayenizde hayallerine kavuşan çiçeği burnunda bir öğretmen adayı olarak bu köy okulu lojmanında bu satırları yazabiliyorsam bu sizin eserinizdir öğretmenim. Ve ben her ikinizi de her daim hayırla ve sevgiyle anmaya devam edeceğim.
Not: Bizleri yetiştiren öğretmenlerin toplumda ekonomik ve sosyal anlamda hak ettiği değeri görmesi temennisiyle tüm öğretmenlerimizin bu güzel gününü yürekten kutluyor, şehit öğretmenlerime rahmet diliyorum.
güzel hocan 24kasım ögretmenler gününüzü kutlar saygı sevgi hürmet ederim ,
EyvAllah Kenan Bey. Teşekkür ediyorum.