Muhafazakârlık; gericilik, yobazlık ve durağanlık ifade etmez. Böyle bir bakış açısı hem insaftan hem de gerçeklikten uzaktır. Ayrıca yalnızca dine ait bir kavram da değildir. Türk tarihinde son asırda bir grup türedi. Öyle ki geri kafalar, zihinlerindeki ve düşünce dünyalarındaki anlayışsızlıklarını korurken İslam dininin naslarını da kendilerine kalkan etmişlerdir. Peygamberi manada ve ruhta takip etmeyip şekilde ve kıyafette taklit eden, ağız ve diş temizliğini ilke olarak benimseyeceğine, bir odun parçasını ağzında gezdirmeyi adet edinip bunu da sevap vasıtası zanneden zavallı gericiler… Burada bir gerçeği çarpıtmış olmuyor musunuz? Peygamber ruhi ve ahlaki prensipler üzerinde hassasiyetle durmuşken bize ne oluyor da ruh ve ahlak gelişimi üzerinde duruyoruz.
Muhafazakârlık da inkılapçılık da ne yazık ki bir sisteme oturtulamamış. Tekâmül, muhafazakârların korkulu rüyası olmuş. Oysa hava gibi su gibi doğaldır tekâmül. Muhafazakârlar cephesinde durum böyleyken inkılap cephesinde durum nedir peki?
İnkılâp, toplum düzeni için mi yoksa toplumu kargaşa ortamına itmek için mi yapılır? Bir ihtiyaçtan mı doğmuştur yoksa bir takım egoların tatmini midir? Türk inkılabında şu muhakkaktır ki Türk inkılabı Tanzimat’tan günümüze bir zaruretten doğmuştur. Her inkılâp büyük sancılara sebep olmuştur. Hatta yalnızca sancı ile sonuçlanmamıştır. İsyana, cinayetlere, hatta katliamlara bile sebep olmuştur. Osmanlı Türk devletinden Türk Cumhuriyetine uzanan uzun bir değişim ve gelişim dönemi söz konusudur. Elbette bu süreçte güllerle donatılmış bir yol yürünmedi. İnkılâp yapan, değişimi bir ihtiyaç olarak algılayan pek çok devlet adamı her türlü iftiraya, zulme uğramıştır. Bu bağlamda inkılâpçılık bir anarşizme giden yolu açıyor kimilerine göre. İnkılâpçılık bir temayüldür. Yaşamın kaçınılmazlığı yani… Ona direnmek kimseye yarar sağlamaz. En yaygın bilinen slogan bunu ifade etmek gerekirse “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Değişim bu anlamda olağan ve kaçınılmaz iken değişimi, maziyi yıkma aracı olarak görmek ve uygulamak başlı başına bir çöküştür. Şekil ve madde inkılâbı içinde bocalamak inkılâp değil bir zaman kaybıdır.
Ruhta ve ahlakta inkılâp olması gerekendir. Devlet kurumlarında; ahlak ve sanatta yapılan inkılâp, kişiyi yüceltecektir. Aydın ile halk arasındaki farkı azaltacak doğru adım bu iken aydını halkın düzeyine çekmek aslında asıl olanı, değerli olanı sıradanlaştırmaktır. Talep etmesi gereken (öğrenici) talip olmayıp durağanlaşınca değişim olması gerekenin tersine döner. Varı yoğa indirmek, doluyu boşa çevirmek, olgunu ham olana devşirmek, bileni bilmeyene tercih etmek kadar acınacak bir mantık yoktur bence… Halka inmek, halkın gelenek ve göreneklerini, yaşam tarzını bir zenginlik olarak toplumsal bir değer olarak ele alıp akıl ve gönül süzgecinden geçirmeyi gerektirmektedir. Körü körüne onlara tabi olmayı asla gerektirmemektedir. Böyle bir tavır asla aydın tavrı olamaz ve olmamalıdır da. Aydın, öncelikle her şeyi akıl ve gönül süzgecinden geçirmek zorundadır. Eleştirel bakış açısı onun sıradan bir vatandaştan ayırt edici yönüdür. Bu yönünü kullanırken yaşadığı toplumu küçük görmek, aşağılamak ve acımasızca onun koşullarında var olmuş insan, neden sabit dursun? Bu bile tek başına inkılâbı kaçınılmaz kılmaktadır. O hâlde bize ne oluyor da yeniliğe, gelişime, değişime direniyoruz?
Böylesine bir direniş evrenin işleyişine, maddenin doğasına ters düşmez mi? Evren değişir, eşya değişir, insan değişir de kurumlar yerinde mi sayar? Üç kıtaya hâkim olmuş Türk milleti bu kurumsal çürümüşlük sonucunda (2,5 asır süren gerileme ve çöküş) yıkılmaya mahkûm olmadı mı? Kurumların değişim ve dönüşümünü şiddetle reddedenler, aslında kendi hâkimiyet alanlarını, kendi saltanatlarını, kendi egolarını tatmin peşindedirler. İnkılâbın önünde set olmaya çalışan menfaatperestler, mevcut hayatın çürümeye yüz tutmuş bireylerini temsil eden dalkavuklardan başkası değildir. Bu tipler, dalkavuklukta öylesine hüner sahibidirler ki şaşmamak elde değil. Bu dalkavuklar, ne edep ne adap ne de kanun tanırlar. Her devrin adamı olma ve her kılıfa sığma onların temel karakter(siz)leri olmuştur.
Koltuktan kalkmak, makamdan olmak gibi büyük bir kâbusları vardır. Ölüm bile onlar için daha korkunç değildir. Bir kurumda amir, daire başkanı, müdür, müdür yardımcısı olmak tek amaçlarıdır. Bu uğurda kılıftan kılıfa, fikirden fikre, cemaatten cemaate, tarikattan tarikata geçip dururlar. Bu karakter(siz)ler sosyal ve siyasal inkılâpların önünde etten ve kemikten bir engel olmanın ötesinde fitneden ve şeytandan ibaret bir engel hükmündedirler. Milletin ruhunda açtıkları yaralar, muhafazakârlık maskesiyle maskelenmiş oysa kârını muhafaza etmenin ötesinde bir anlam taşımamıştır. Böyleleri için tek çözüm kanunların açık, net ve uygulanabilir olmasıdır. Ruh, aşk ve vatanı yüceltmek kanunların akıl ve gönül süzgecinden geçirilmesiyle mümkündür.
Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık alnınız ak olsun.
Muzaffer ARSLAN