TÜRK İNKILÂBI -IV-

Türk inkılâbı, uzun bir sürecin ürünüdür. Akıl ve gönül süzgecinden geçirilen Türk inkılâbını, tarihsel süreç içinde şu aşamalardan geçerek bugünlere gelmiştir:

“Batılılaşma (muasırlaşma, modernleşme, yenileşme, çağdaşlaşma), çeşitli tanımlan olan bir kavramdır. Bunlar içerisinde yaygın olanı “bilim, kültür, sanat ve ekonomi alanında çağdaş bir toplum olabilmek amacıyla girişilen teşebbüsler” şeklinde yapılan tariftir. Yaklaşık 150 senelik bir geçmişe sahip olan Batılılaşma hareketleri incelendiğinde aşağıdaki safhaları tespit etmek mümkündür:

1 — 18. yüzyıla tekabül eden birinci safha; Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi, ilk kültür alış verişinin başlaması;

2 — 1783 yılında Kırım’ın elden çıkmasından, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar uzanan 50 yıllık geçiş dönemi,

3 — 1826’dan 1876 I. Meşrutiyet’in ilânına kadar uzanan üçüncü safha. Batı müesseselerinin zorunlu olarak alındığı, Batı fikirlerinin yanında Batı hukuk sisteminin de ülkemize girdiği dönem,

4 — Anayasalı sisteme geçiş, 1876 ve 1908 denemeleri,

5 — Cumhuriyetin ilânı. Batının bilim, teknik ve yaşayış biçiminin (din hariç) alınması.”[i]

Akıl yoluyla inkılâp, milli köke dayalı kanunlarla desteklenmiş yeni fikirlere ve atılımlara açık olmayla mümkündür. Batı’nın Rönesans ve Reform elde ettiği kazanımları büyük bir bedel karşılığında yaptığını unutmamak gerekir. Dönemin Fransa’sı ve İtalya’sında toplumsal çatışmaları okuyup anlamadan ve hatta içselleştirmeden varılacak her kanı yarım kalacaktır. Sanayide, tarımda atılacak adımlar, teknoloji ile desteklenmediği sürece bir öncenin tekrarı olmaktan kurtulamaz. Milletlerin geriliği alınan kararların uygulanamazlığından kaynaklanmaktadır. Bu uygulanamazlık asırlık alışkanlıkların tabuya dönmesiyle ortaya çıkmıştır. Hatta tabulardan nemalanan çıkarcı cemaat ve tarikatlar, suistimal kapılarını ardına kadar aralamış, insanların manevi duygularını sömürmüşlerdir. İnsanların kutuplaştırılmasını cemaat ve tarikat gibi değerli kavramları maşa yaparak sağlayan çıkarcılar, en büyük zararı yine bu kavramlara vermişlerdir. Oysa sosyal ve siyasal hayatta hem cemaatlerin hem de tarikatların sosyo-psikolojik önemi oldukça büyüktür.

Karahanlı Türk devletinde, Gazneli Türk devletinde, Büyük Selçuklu Türk devletinde ve Anadolu Selçuklu Türk devletinde toplumsal ve kültürel hayatın zenginliği ortadadır. Hem zengin Türk kültürü hem de mimari eserlere baktığımızda büyük bir mirasın varisleri olduğumuz anlaşılır. Esnaf, tüccar ve eğitimci olarak halkın içinde olan her talebe, aynı zamanda bir alanda ustalaşmış ve önemli görevler üstlenmiş birer mürittir. Karahanlı Türklerinde Koca Ahmet Yesevi ve Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmut hem dini hem sosyal ve siyasal birer önderdir. Gazneli Türklerinde Nizamülmülk hem sosyal hayatta hem de Sultanın en yakınında bulunmuş önemli görevler üstlenmiş ulu bir bilgedir.

Selçuklular zamanında Yunus Emre, Mevlana toplumsal birer rol modeldir. Her biri Türk kültürüne unutulmaz etkide bulunmuş yeri doldurulmaz birer ulu çınardır.

Osmanlı Türk devletinde Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali, Akşemsettin gibi manevi liderler vardır. Bu ve daha nice Türk büyüğünün İslam anlayışı bizim de bu alandaki soru ve sorunlarımıza ışık tutacaktır.

Türk milletinin İslam anlayışının temel ve biricik kaynağı, Kur’an-ı Kerim ve onun ışığında yolunu aydınlatan az önce adlarını tek tek saydığımız Türk bilgeleridir. İşte bugün Türk milletinin ihtiyaç duyduğu en önemli inkılâp ahlakta yapacağı inkılâptır. Bu inkılâbın kaynağı da Kur’an ve Türk bilgeleridir. Çeşitli dönemlerde ortaya çıkan dinci zümreye ve onların şuursuz muhafazakârlıklarına, menfaatperest şeylerine bel bağlamadan ak-pak bir Müslümanlık… İşte Türk milletinin ihtiyaç duyduğu Türk Müslümanlığı budur.

Tarih boyunca ahlâkımızı bozan kötü örneklerin yanında, her fırsatta(!) şeriat elden gidiyor yaygarasıyla fitne yayan riyakâr, sözüm ona hacı-hoca zümresi, kimseler her dönem halkın inancını sömürmüştür. Halkın emeğini, malını, mülkünü, aklını, gönlünü son zerresine kadar hortumlayan bu tür dinci ulemanın(!) ibadeti ve yaşamı; riyaya, dalkavukluğa, sahtekârlığa giden birer yol olmuştur. Bu sözde ulema takımı, her çeşit durumu ve olayı, fikir ve inanışı bir kılıf bularak kitabına uydurmada son derece ustadır. Çünkü bunlar, insanları, dolayısıyla milletleri Allah ile kandırma peşindedirler. Onların ibadetleri, namazları, oruçları hacları hepsi birer takiyyedir. Tıpkı kırk Türk halkını sömüren FETÖ liderinin yaptığı gibi… Sonuçta ne oldu? Devleti yıkacak, devletin kurumlarını bombalayacak, devleti diz çöktürecek, uluslararası alanda istihbarat zaafları doğuracak bir dizi hainlik…

Tarih bu ve buna benzeyen pek çok hain darbe olayıyla dolu. Dinci grupların eline imkân geçince ilk yapacakları -kendi inançlarına göre- devlet otoritesini yıkmaktır. Çünkü onlar kendilerini hem dini konularda hem de sosyal konularda tek otoriter güç olarak görmektedir. Onlar için demokratik, laik, hukuk devleti rant kaynağı olmaktan uzaktır. Adalet duyguları öylesine bencilcedir ki “Olma keser gibi hep bana hep bana, ol testere gibi bir sana bir bana” dedirtecek türdendir. Oysa Kur’an’a göre “İslam ahlâkının temeli adalettir.” Şurası da bir gerçektir ki adalet temellerine dayanman ahlâkın nihai noktası fedakârlık olmalıdır.

Adalet ve fedakârlık toplumun mayası olmalıdır. Sürece ne milletler ne de ülkeler kurtuluşa erer. İnkılâbın en çok yapılacağı alan ahlak kavramıdır. Ahlakın bozulması ailenin yıkılmasıdır. Aile yıkıldığında milletten söz etmek ne derece doğru olur?

Milli birliğin unsurlarını sayarken dil, vatan, din ve bir millete (özel anlamda İslâm ile) genel anlamda ise bütün insanlığa özgü olan genel ahlak kurallarını ifade etmek doğru olacaktır. Bu genel ahlak, öyle kuru bir nutuktan oluşmamaktadır. Örneğin Türk milleti için din etle kemik gibi milliyetçiliğin ayrılmaz bir unsuru olmuştur. Bu birliktelik öncelikle temel inanışta ortak olan tek Tanrı inancı, ölüm sonrası hayat anlayışı, savaştan kastın yakmak, yıkmak olmayıp yeni yurtlara ve yeni milletlere Tanrının varlığını, birliğini ve İslam öncesi Tanrı’dan alınan kut ile Tanrı buyruğunu; İslâm ile peygamberin tebliğlerini bildirmeyi amaçlamasıydı. Aile telkini, gelenek –görenek zevki, ataya hürmet ve minnet duyguları Türk’ün inanç temellerini oluşturmaktadır. Sonrasında Türk’ün ruh kökünde hâkim olan bu inanış zamanla Türk töresinin yeni adı olmaya başladı. Önceleri Turan ülküsü iken bir kızıl elmaya dönüştü ve yavaş yavaş gönüllerde Türk-İslam ülküsü oldu.

Aydının farkı şudur: Binlerce yıllık tarihi bilinci yaşatması, maddi varlığını her durumda hissettirmesi ve hak, hukuk, emek gibi değerleri kendi dünyasında ve toplum hayatında köşeye oturtabilmesidir. Nasıl Victor Hugo, Fransız milletinin anatomisini ve bir bakıma manevi haritasını çizmişse, Dostoyevski, Rus milletinin sosyal ve siyasal yaşamını gözler önüne sermişse bizde de Tonyukuk, Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmut, Nizamü’l Mülk, Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali, Akşemsettin de aynı görevi yapmıştır.

Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık, alnınız ak olsun.

                       Muzaffer ARSLAN


[i] Rıfat Tönsoy, Osmanlı Batılılaşma Hareketleri ve Atatürk İnkılâpları, Prof. Dr. Hacettepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dekanı

YORUM EKLE