Benim alın yazımdı o bembeyaz gelinliği giymek. Her kış olduğu gibi gökyüzü düğün alayımı hazırlamış ve rüzgar da hafif hafif müziği ile törene renk katmıştı. Herşey çok sakin ve huzurla ilerliyordu.Gece sabaha doğru büyük bir sesle tedirgin oldum. Üzerimde gelinliğim ile sallandığımı ve gelinliğimin parça parça ayrılmasını yaralayıcı bir endişe ile izledim. O zamana kadar hiç bu kadar sayıların adlarını ve bir araya gelince anlamlarını merak etmemiştim. Saati sonradan parçalarımın sağ kalanlarından öğrendim. Zamanın da ilk defa o zaman durduğunu gördüm.Bana göre bize göre değil herkese göre duran bir zamandan; durmayan yaralar ,kaybolan insanlar, ağlayan bebekler, kolunu ya da bacağını kaybetmeyi bırakıp gökyüzünü görmeyi hayal eden binlerce can için de zaman durmuştu.Saat 4.17 imiş dediler...
Bana toprak ana derler. Ben yılın birkaç ayı gelinliğimi giyer düğünümü yapardım. Gelinliğim kana bulandığı, üzerimde koşan canlar şimdi göğsümde sonsuz uykuda olduğundan beri düğün yapmamaya yemin ettim.Ne çok can var ah bilseniz, birilerinin canı olan.Annesinin yavrusu, bir yavrunun babası, bir babanın dedesi, bir dedenin yoldaşı bende uykuya daldığından beri ben neşemi kaybettim.
Ben uzun yıllardır neredeyse her yemekte olan bir sebzeyim.Bazen insanların gözü yaşlı olur beni soyarken.O gün de yine Fatma o güzeller güzeli ,üç çocuk annesi Fatma akşamdan beni de tenceresine aldıktan sonra oğlu Ali'nin en sevdiği yemek olan mercimek çorbasını yapmıştı. Ali iki tabak yedikten sonra yatmaya gitmişti. Fatma da beni yarın da yenir düşüncesi ile dolaba kaldırmıştı. Sabaha karşı baş dönmesinin de ötesinde tencere ile birlikte dolap da zemine doğru bir çökme yaşadık. Kapak açılmış tencere üzerindeki tozları silkelendikten sonra etrafa baktığında acı gerçek ile yüzleşmişti. Büyük bir deprem olmuş ve binadaki herkes göçük altında kalmıştı.
Ahmet takım elbiselerini büyük bir özenle ütülemiş dolaba kaldırmıştı. Yarın da bunu giyer işe öyle giderim diye düşünmüştü. Sabaha karşı sarsıntı ile dolap üzerine düşmüş ve orada canını teslim etmişti.
Yine elini üzerimde gezdirdi. Tam da hasretlik ile hırsının kavgasını verdiği harfe gelince elini benden çekti .Elif yıllardır küs olduğu arkadaşını deprem haberini görünce aramış ama bir türlü ona ulaşamamıştı. Galiba Ayşe diye düşündü ama gerisini getiremedi.
Yarım kalmanın bir hikayesi ya da masalı olmazdı. Yarım bırakılan her şey toplanmaya mahkumdu. İstemese de aklına asla getirmese de , başka hayalleri olsa da , yatağında hasta yatsa da yaşama umudunu hep diri tutan insanlar vardı. İsimler ayrı, evler ayrı, hayatlar zelzeleye kadar ayrı olan insanlar o gün aynı alın yazısı ile çocuğunun mezarı olmadan, eli olmadan , bazısı da hiç bulunamadan bu dünyadan göç etmişlerdi.Kalana zor olmamıştı bazı aileler için çünkü arkada kimse kalmamıştı.
Bu dünyada insan kadar idrak sahibi bir varlık yoktur. Ancak insan zıtların uyumudur. İnsan sevgiyi de nefreti de evinde misafir edebilir.Bugün ölen biri için bir saat sonrasına neyi vardı alınacak, nerede çalışıyor yeri dolacak, telefonu kaça satılacak hesapları yaptığımız bir merhametsizlikte yaşam mücadelesi veriyoruz.
Annesiz babasız kalan tüm çocukların ömürleri bin olsun, evsiz kalan insanların rahat koltukları olsun, eşini kaybeden kadının yüreği sabırla dolsun diyerek bitmeyeceğini bildiğimiz bir acıya ancak şahitlik edebiliyoruz.
Malzemeden çalan sözde insan olan tüm canlılara sonsuz ahlar olsun, o malzeme üzerine çöken masum insanlara rahmet olsun.
Bir hikayenin solan çiçeklerine toprakta nurlu yataklar serilsin .
Acınız sabır ile demlensin.
Bu kadar güzel anlatılabilir kalemine sağlık