Geçit, bir kapıdır, köprüdür. Geçit kimi zaman, dağların, ormanların arasından geçer, kimi zaman boğaz olur, kanal olur denizleri, okyanusları birbirine bağlar. Sadece fiziksel dünyada değil, insanın iç dünyasında da geçitler vardır: Birinci geçit, ikinci geçit, üçüncü geçit… Her ne kadar fark etmesek de geçitlerden geçerek ilerleriz ömrün hedefine doğru. Şairin, “şunca yılda geçtim yarım metreyi” demesi gibi, kimi zaman kendi içindeki geçitlerde takılıp kalır insan yıllarca, belki bir ömür boyu. Kimi zaman insan kolay kolay aşamaz kendisini, kendinden kendine geçemez. Kimi zaman çok kolay başarabilir bunu. Ah, evet insan, yaşadığı sürece ne geçitler görür, ne geçitlerden geçer, ne geçitlere takılır, ne geçitlerde elenir: içindeki ve dışındaki geçitlerde. Geçitler vardır; dünyaları dünyalara, kıtaları kıtalara, ülkeleri ülkelere, bölgeleri bölgelere, illeri illere, ilçeleri ilçelere, köyleri köylere, evleri evlere, insanları insanlara, gönülleri gönüllere bağlayan. Bazıları zorlu ve meşakkatli; kimisinin adı sanı bilinmez kimisi zorluğu kadar meşhur. Oradan geçmeden bir adım ileri gitmek, ötelere ulaşmak, yeni ufuklar, yeni vadiler keşfetmek mümkün değildir. Geçit demek, çoğu kez zor bir deneyim demektir; kimi zaman maceralı, kimi zaman tehlikeli, kimi zaman hasreti çoğaltan, kimi zaman umudu kıran bir yolculuk demektir. Büyük öykülerin, büyük heyecanların, büyük sevinçlerin ve acıların mekânı olan geçitler vardır. Geçit kimi zaman geçit vermez, kimi zaman yolu çoğaltır, kimi zaman yutar. İşte bu geçitlerden biride, Zigana’dır
Zigana vadisi Doğu Karadeniz sıradağlarını kuzey-güney istikametinde kesen geçitlerdendir. Sahildeki dar kıyı şeridini dağların güneyindeki bölgeye bağlayan en önemli geçiş noktalarından birisidir. Bu vadinin her iki yakasında farklı iklim, bitki örtüsü, geçim kaynağı ve yaşam tarzı vardır. İlk çağdan itibaren ticaretle ilgilenen toplumlar vadinin kuzeyindeki kıyı şeridinde yoğunlaşırken hayvancılıkla ve tarımla geçinenler ise daha çok güneydeki bölgeye rağbet etmişlerdir. Bu vadi aynı zamanda Karadeniz sahiline hâkim olmak isteyenler için büyük önem taşır.
“Deniz ve karayollarının kavşak noktası” olarak da adlandırılan Trabzon kentine önce Cenevizliler sonra da Venedikliler koloni oluşturmuşlardır. Trabzon-Tebriz karayolu binek hayvanları ile 12-13 gün, kervanla 30-32 günde alınabiliyordu. Çin’den başlayıp batıya doğru uzanan İpek yolu ve ticareti dört ana güzergâhtan yapılıyordu.Bunların ilki beklide en önemlisi karadan giden birinci yoldu. Çin’in iki önemli başkenti Chang-an ve Lo-Yang’dan başlayan batıya doğru Kansu bölgesinden Doğu Türkistan’a ve oradan da Batı Türkistan’dan geçtikten sonra İran’a ulaşıyordu. İran’dan devam eden yol Asya Kıtasında Doğu Akdeniz’in en önemli Liman Kenti Antakya’da son buluyordu. Bu yolun İran’dan Karadeniz’e geçen bir başka ucu da bulunmaktaydı. Hazar denizi güneyindeki Ecbatana’dan Tebriz -Astana– Dvin Phasis güzergâhından Karadeniz kıyısındaki Trabzon şehrine ulaşıyordu. Trabzon’dan Gümüşhane-Erzurum-Kars-Tebriz üzerinden Semerkant’a ulaşan İpek Yolu’nun bu bölümü için Avrupalılar öneminden dolayı “Semerkant’a giden altın yol” adı verilmiştir.
Türkler 1054 yılından itibaren Zigana vadisinin güney yakasına ulaşmışlardı. Ancak sahil şeridi onların yarı göçebe yaşantısına uygun olmadığı için geçidi aşarak kuzeye geçmek istemediler. Bununla birlikte XIV. yüzyılda Harşit vadisi üzerinden Trabzon’a yönelen akınlarla birlikte Zigana geçidinin stratejik önemi arttı. Trabzon’u fethetmek isteyenler Zigana üzerinden şehre ulaşmaya çalıştı. Türklerin Karadeniz’e çıkışında kilit noktalardan birisi haline gelen Zigana vadisi, Fatih’in Trabzon’u fethetmesine de tanıklık etti.
Fatih Sultan Mehmet, 1461 yılındaki Trabzon seferinde özellikle Koyulhisar’ı alıp, Erzincan yakınlarına geldiğinde Erzincan ovasına bir günlük yürüyüş mesafesinden daha yakın bir mevkideki Yassı-çemen adındaki yaylada kamp kurdu. Osmanlı ordusu burada iken Uzun Hasan Trabzon’a olan ilgisi münasebeti ile annesi Sare Hatun’u bazı itimat ettiği adamları ile beraber Fatih’e gönderdi. Gelen heyet gece Osmanlı ordugâhına ulaştığında önce Mahmud Paşa ile görüştüler. Heyet, Mahmud Paşa’dan ara bulucu olmasını istedi. Aynı gece Mahmud Paşa Fatih’e haber göndererek Uzun Hasan’ın elçileri vasıtası ile af dilediğini beyan etti. Sultan Uzun Hasan’ı affetti. Ancak “Madem ki Uzun Hasan benim hizmetime gelmeyip gaza sevabından mahrum kaldı, o zaman annesi ve adamları ordu ile beraber kalacaklar” diyerek, Uzun Hasan’ın Trabzon lehine yapmak istediği hareketi engellemiş oldu.
Divan Kâtibi Tursun beyin anlatımıyla; ….bu topraklar Trabzon İmparatoruna bağlıdır. Ve biz büyük bir gayret ve kuvvetle Trabzon’a doğru yürüdük. Sadece ordu değil Sultanın kendisi de aynı güçlüğe katlandı. Ve buralarda yağmur her gün yağar. Bu nedenle yol, atların bellerine kadar çıkan çamurla kaplanmıştı. Biz bu şekilde Trabzon’a inen bir dağa ulaştık. Bu dağdan aşağıya inen yol oldukça bozulmuş ve düşen ağaçlar tarafından kapatılmıştı. Sultan’ın kendisine ait yüz adet arabası vardı. Yol şartlarının kötülüğünden ve çamurdan dolayı Sultan’ın arabaları çamura saplandı ve bunların yüzünden ordu hareket edemez hale geldi. ……bu ve buna benzer güçlüklerle yoluna devam eden Osmanlı ordusu ve Sultan’ın durumu, Uzun Hasan’ın Osmanlı ordusu ile birlikte bulunan annesi Sare Hatun’a Trabzon lehinde Fatih’den dilekte bulunmasına fırsat verdi. “ Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür” demiş Fatih ise buna karşılık “Ana ! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolunadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.” sözleriyle cevaplamıştır.
İngiliz Seyyah Austen H. Layard Gümüşhane’nin madenlerinin öneminden bahseder ve kervan yolları üzerinde bulunması nedeniyle şehrin hem Trabzon hem de Erzurum ile yoğun ilişki içerisinde olduğunu söyler.10 Layard, Trabzon’dan yola çıkarak Gümüşhane’ye varmıştır ve bir zamanlar Gümüşhane’den geçmekte olan kervan yolunun Karadeniz ile İran ve Orta Asya’yı birbirine bağladığını söylemektedir. Layard’a göre; Trabzon limanında birleşen kervan yolları Gümüşhane sınırlarının yakınında üçe ayrılmaktadır. Birinci güzergâh, dağların yükseklerinden, yaylalardan geçen ve atların otlamasına izin veren yazlık güzergâhtır. Bu yol kar yağdığında kapanmaktadır. İkinci güzergâh orta kısımlardan geçen merkezi bir yoldur. En kullanışlı olan ve daha alçak yerlerden geçen üçüncü güzergâh, daha çok tüccarların tercih ettiği bir yoldur ve Gümüşhane’nin maden bölgelerinden (Krom, İstavri, İmera) geçerek Trabzon’a ya da İran veya Orta Asya’ya ulaşmaktadır. Gümüşhane’de ayrılan bu üç yol tekrar Bayburt’ta birleşmektedir. Layard’a göre; 1850’li yıllarda Gümüşhane’den geçerek Trabzon’a ya da Orta Asya ve İran’a ulaşan kervan yolları aynı zamanda Avrupa ile bu ülkelerin ticaretinin de belkemiğini oluşturmaktadır.
Derler ki herkes içinde bir dağ, bir de deniz taşır durur. Dağının yükseldiği ne kadarsa denizinin derinliği de o kadardır, ya da tersi. Çoğu sıradağlar gibi Zigana’ların da iki yüzü vardır, sarp ve ulaşılması zordur. Baktığınızda, fısıltıları kulağımıza gelir, boşuna uğraşmayın geçit vermeyiz dercesine uzayıp giden silsileler halinde ufukta görünürler. Uzaktan bakınca surları alabildiğince yüksek, kapıları kendinden olmayanlara kapalı tarihin derinliklerindeki geçmiş zaman kentlerini çağrıştırıyorlar.
Ziganalar yolcularına güler yüz gösterebilirler. Ama han sahibi tarafından böyle karşılanmak yolcunun yol yordam bilmesine bağlıdır. Çünkü bu dağlar yakınlaştıkça ulaşılmazlıklarını yumuşatır, geçitlerini ortaya serer, bitti sandığınız anda yolunuza yeni yollar eklerler.
Nazan Bekiroğlu mimoza sürgünü adlı eserinde düş dünyasındaki dağları anlatırken Zigana’yı da anlatır. “ ….. Önce Zigana'dan geçer yolum. Ey ki, bağrında bu yaranın açılmasına izin vermesen zirvenden geçerdim. Sen mehcûr, ben hicrine düşerdim. Sen olmasan eksik kalır geçmişim. Oysa senin yolunda ne kar ne rûzigâr kalmış. Uğultun azalmış, fırtınan zedelenmiş, haşmetin yara almış. Yıllar öncesinde bıraktıklarıma bakılırsa tam bir hayal kırıklığı yaşarım. Çıkmadan inilir eteklerinden. Başımda bir zirveyi aşmanın sarhoşluğu bile belirmez.
Ey dağ, bakma ism-i nâzıma, cism-i nâtüvânıma, süsüme püsüme, yüzüğüme küpeme, bir ezber kolyesinde boynuma astığım lirikler külliyâtına. İçime bak. Dönüp geriye baksam kanımı iliğimi donduracak uçurumlara, sarktığım yarlara. Bu yol herkesten çok sana bana yaraşır. Düşmüşüm yollarına….” diye devam eder .
Ziganalar büyük bir bölümü Gümüşhane içinde kalan, alçalarak Giresun’da Harşit Çayının doğusunda denize dalan bir dağ silsilesi. Harita üzerinde tersten bakıldığında yan yana duran birkaç çınar ağacını andırıyor. Bu dağların üzerinden akan ve sayısız kollarıyla onları bin bir yerinden parçalayarak derin vadiler ve boğazlar oluşturan dereler çınar ağaçlarının dalları gibi duruyordu.
Zigana Dağları, canlı renkler, şenlikler ve lezzetlerle karşılıyor konuklarını.Yemyeşil yaylaları, berrak dereleri, hırçın zirveleri, İran’dan uzanan tarihi İpek Yolu’nu Trabzon’a bağlayan ünlü geçidi, derin vadilerde kayalara asılan manastırları, yeşil yamaçlara yaslanmış şirin köyleriyle konuklarına çok güzel görüntüler sunar.
Necip Fazıl Kısakürek, bir yolculuk hatırası olarak zihnimize çizdiği Trabzon’la ilgili izlenimlerini 1920’lere kadar götürmektedir. Necip Fazıl, İstanbul-Trabzon yolculuğunu Kafa Kâğıdı adlı eserinde şöyle anlatır: “Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girmiştir. …Büyük dayım Anadolu’da Erzurum Polis Müdürü… Haydi bu defa onun yanına!.. Anneannem, annem ve ben, yabancı bir kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon yönündeyiz. Trabzon’dan yaylı arabasıyla yedi günde varılan Erzurum. İlk konak, Hamsiköy’de taş devri insanlarına göre bir han. Gece battaniyelerimizin altına sığınmış uyumaya çalışırken dışarıdan üst üste pat pat silah sesleri… Ne oluyoruz? Fırlayıp alt kata iniyor ve bizim arabacı Tevfik’e soruyorum. “- İnönü zaferi, diyor; ordumuz kazanmış… Haberi geldi. Şenlik yapıyorlar… Arabacı Tevfik mühim adam… Hem Erzurum-Trabzon arası araba işletir, hem de civarın eşkıyasını idare eder, onlara söz geçirir, belki de yol gösterir. Güzel atı da vardır ve arabamızın önünde gitmektedir. Zafer ve şenlik haberini alınca anneannem doğruldu: – Bir gazete alalım bari!… Hamsiköy’de gazete?.. Gülüştük.”
Necip Fazıl, bu yolculuktan O ve Ben adlı eserinde ise şöyle söz eder: “Erzurum’da polis müdürü dayımın yanına gittik… Niyetim kışın son demlerini Erzurum’da geçirdikten sonra İstanbul’a küçük dayımın yanına dönmek ve sonbaharda “Darülfünûn”a girmek… Yolda Zigana dağlarının çam ağaçları ve her birinin ağzından halat kalınlığında billur sular akan pınarlarla süslü heybeti, Kop dağının da göklere doğru kabaran ziynetsiz ve içine kapanık haşmeti beni büyüledi. Yolda, bir handa iri bir ağaç kovuğundan farksız odamızda, kuru nevalelerimizi yerken birden korkunç tüfek sesleriyle irkildik. ” diye anlatır.
Yazar ve tarihçi Ahmet Refik, o güzel üslubuyla tabiatı ve iklim şartlarını anlattığı notlarına Zigana’yla devam ediyor:
“ Zigana bir şiir. Yeşillikten, çamlıktan, çağıltıdan oluşmuş bir levha. Sislerin içinden, çamların yeşil derinliklerinden tatlı bir uğultu geliyor. İspinozların bülbül gibi ötüşleri, sisler arasından işitiliyor. Bakışlarımız hiçbir güzelliğe nüfuz edemiyor. Güya geçtiğimiz saat, Zigana, aşk perilerinin zevk ve şenlik zamanıdır. Ormanların âhenkli yeşillikleri üstüne sislerden, bulutlardan bir perde çekmişler. Bu cennet bahçesinin yeşil çağlayanları, kuşlarının terennümleri, çiçeklerin bahar renkleri karşısında zevk ve safa ediyorlar. İçeride bir âhenk var. Biz de bu âhengi dışarıdan bir yabancı gibi dinliyoruz. Bazen güneş, bir projektör gibi, sol taraftaki sarı yayla çiçeklerinin ıslak yaprakları üzerinden uçurumun sislerine doğru ışıklar saçıyor. O zaman kısa bir an içinde, yeşil, zümrüt gibi yeşil bir derinlik, koyu yeşil çamlar, açık yeşil filizler, açık yeşil renginde beyaz köpüklü dereler, sarı, eflâtun ve beyaz çiçekler görülüyor. Gözler bu cazip güzelliğe doymadan, ruh, bu tabiî güzellikler karşısında bol şiir ve hayalle dinlenmeden, güneşin ışıkları birdenbire kesiliyor, yağmur başlıyor, kar yağıyor, çamlar, ağaçlar her şey kayboluyor. Mütemadiyen yükseliyoruz. Hiçbir karlı tepe görülmüyor. Bir zaman oldu ki bu zevk ve sevinç sahnesinin üstünde cazip ve tatlı iki mavi göz göründü. Bu, aşkın lezzetlerini görmüş, sarı, altın gibi sarı saçlarını omuzlarına dökmüş; başında beyaz bir tül, güzelliğin bütün cazibelerine sahip bir kadın gibiydi. Aşağıda kuşların terennümlerini, derelerin çağıltısını zevk ve sevinç âhengini bırakmış, sislerin üstünden bizi gözetliyor.
Dikkat ettim; Karlı bir dağın kenarından, mavi bir sema parçası meydana çıkmış, üzerine beyaz bir bulut çökmüş. Artık Zigana’nın tepesine doğru yaklaşıyoruz. Bir zamanlar soğuk suyu, kalbin hararetlerini söndüren çeşmesiyle meşhur olan bu tepe, şimdi harap ordugâh malzemesinden geriye çamurlardan, enkazdan ve gübrelerden başka bir şeyi ihtiva etmiyor….. Zigana’da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği, dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. “ anlatır.
Ahmet Hamdi Tanpınar Erzurum’u ikinci kez ziyaret ettiğinde, Zigana için şöyle demişti,
………Bu sefer geldiğim Erzurum başka bir Erzurum'du. Ona Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört Cihan Harbi yılının ve İstiklâl Sava-şı'nın üstünden aşarak gelmiştim. Vakıa bu sefer de muhteşem bir tabiatın arasından geçmiştik; fakat ona, birinci seferde olduğu gibi, her şeyini yeni ve harikulade bulan bir ruhla değil sihrini bir yığın ıstırap tecrübesinin soldurduğu bir gözle bakıyordum.
Ne Ziganaların her dönemeçte bir kere daha şaşırtıcı olan güzelliği, ne Kop Dağı'nın ihtişamı beni peşinden sürüklemiyordu. Dekordan ziyade bu yerlerde birkaç yıl önce oynanmış kanlı oyunun tesiri altındaydım. Tiyatroda nasıl boş sahnede dekorun oyaladığı seyirci, söz başlar başlamaz bütün o teferruatı görmez olursa, ben de öylece insan ıstırabı karşısında tabiat güzelliğine kayıtsızdım, yabancıydım. Gümüşhane'den sonra yavaş yavaş artan bu duygu, Erzurum'da âdeta ezici bir hâle geldi. İkinci defa gördüğüm bu şehir, artık şark vilâyetlerinin iktisadî merkezi, yaylanın gülü, bu havalide söylenen türkülerin yarısından çoğunun güzelliğini övdüğü eski Ezurum değildi.
Ahmet Refik Altınay Kafkas Yollarında adlı eserinde Zigana’yı anlatır; “ Hava bir türlü düzelemiyor. Kim bilir güneş olsa, bu dereler, bu vadiler, bu körpe fındık ağaçları, güneşin parlak ışıkları altında ne güzel görünecek! Fakat yağmur, hatta dolu, bir türlü eksik olmuyor. Yol yükseldikçe soğuk artıyor. Hamsiköyü’ne geldiğimiz zaman müthiş bir yağmur başladı. Sabahlara kadar sürdü. Buluttan ve dumandan hiçbir taraf görülmüyor. Arada sırada duman sıyrılıyor, siyah çamların yüksek endamları görünüyor. Zigana’ya yoğun bir duman çökmüş. Bulutlar içinde ilerliyoruz. Uzakta, uzun bir mesafe bile görmek mümkün değil. Devamlı yağmurlar, sular, çamurlar içinde yükseliyoruz. Bazen bulut, bir duman gibi sıyrılıyor, o zaman yolun sol tarafında kesilmiş, yarılmış, hemen yıkılacakmış gibi kalbe korku veren kayalar üzerinde, şebnemler içinde, dağ menekşeleri; solda çamlarla dolu yeşil ve karanlık bir uçurum görünüyor. Bu uçurumun biraz ilerisine bakıldığı zaman, yeşil çamlar arkasında, güya sisten meydana gelen mavimsi bir deniz var. Biraz sonra şiddetli bir kar başlıyor, eller üşüyor. Beyinlerimiz, bu güzel manzaradan üşüye üşüye istifade etmeye çalışıyor. Zigana bir şiir. Yeşillikten, çamlıktan, çağıltıdan oluşmuş bir levha. Sislerin içinden, çamların yeşil derinliklerinden tatlı bir uğultu geliyor. İspinozların bülbül gibi ötüşleri, sisler arasından işitiliyor. Bakışlarımız hiçbir güzelliğe nüfuz edemiyor. Güya geçtiğimiz saat, Zigana, aşk perilerinin zevk ve şenlik zamanıdır. Ormanların âhenkli yeşillikleri üstüne sislerden, bulutlardan bir perde çekmişler. Bu cennet bahçesinin yeşil çağlayanları, kuşlarının terennümleri, çiçeklerin bahar renkleri karşısında zevk ve safa ediyorlar. İçeride bir âhenk var. Biz de bu âhengi dışarıdan bir yabancı gibi dinliyoruz. Bazen güneş, bir projektör gibi, sol taraftaki sarı yayla çiçeklerinin ıslak yaprakları üzerinden uçurumun sislerine doğru ışıklar saçıyor. O zaman kısa bir an içinde, yeşil, zümrüt gibi yeşil bir derinlik, koyu yeşil çamlar, açık yeşil filizler, açık yeşil renginde beyaz köpüklü dereler, sarı, eflâtun ve beyaz çiçekler görülüyor. Gözler bu cazip güzelliğe doymadan, ruh, bu tabiî güzellikler karşısında bol şiir ve hayalle dinlenmeden, güneşin ışıkları birdenbire kesiliyor, yağmur başlıyor, kar yağıyor, çamlar, ağaçlar her şey kayboluyor. Mütemadiyen yükseliyoruz. Hiçbir karlı tepe görülmüyor. Bir zaman oldu ki bu zevk ve sevinç sahnesinin üstünde cazip ve tatlı iki mavi göz göründü. Bu, aşkın lezzetlerini görmüş, sarı, altın gibi sarı saçlarını omuzlarına dökmüş; başında beyaz bir tül, güzelliğin bütün cazibelerine sahip bir kadın gibiydi. Aşağıda kuşların terennümlerini, derelerin çağıltısını zevk ve sevinç âhengini bırakmış, sislerin üstünden bizi gözetliyor. Dikkat ettim: Karlı bir dağın kenarından, mavi bir sema parçası meydana çıkmış, üzerine beyaz bir bulut çökmüş.
Artık Zigana’nın tepesine doğru yaklaşıyoruz. Bir zamanlar soğuk suyu, kalbin hararetlerini söndüren çeşmesiyle meşhur olan bu tepe, şimdi harap ordugâh malzemesinden geriye çamurlardan, enkazdan ve gübrelerden başka bir şeyi ihtiva etmiyor. Zigana’da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği, dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. Yollarda Rusların yaptıkları kereste fabrikalarına, harap yol makinelerine tesadüf olunuyor. Bu imar arzusuna karşılık, harap edilmemiş hiçbir Müslüman köyü yok. Yollarda ve köylerde hiçbir adam görülmüyor. Ziganalardan inildikçe, karlı dağlar ve tepeler arasında kafile kafile kadınlara tesadüf olunuyor. Zigana hanları bomboş. Fakir birkaç genç, evlerden birine sığınmışlar, yolculara Ruslardan kalma çayları pişiriyorlar, beş on para kazanıyorlar. Biraz ötede, Rus yer altı barınakları görülüyor. İçlerinden birine Rus idaresi zamanında nasıl yaşadıklarını sordum. Şu cevabı verdi: “Efendi, Urus bize bakıyordu, fakat yüreğimiz korkuda idi. Şimdi korku yok, ama açlık kötü.” Yol döne döne iniyor. Bütün köyler harap. Halk vatanlarını, evlerini, ata ocaklarını bırakmışlar, kim bilir nerelere gitmişler, nerelerde ölmüşler! Bu güzel Anadolu böyle miydi? Bir zamanlar bu ocaklardan da dumanlar tüter, bu ovalarda da sürüler otlar, bu evlerde de mes’ut aileler kanaatle, fakat saadetle yaşarlardı. Şimdi her köşe bir mezar, her yer bir viranelik...
Behçet Kemal Çağlar Bitmez Tükenmez Anadolu adlı eserinde Zigana’yı daha farklı anlatıyor; Bir dağın eteğinden omuzuna doğru tırmanıyoruz. Zigana’dayız. Tabiat ayağımızın altında serilidir. Tarih kulağımızın dibinde fısıldamaya başlıyor: Murad’ın oğlu Fatih’le Uzun Hasan’ın anası Sara Hatun’un karşılaştıkları yerler burasıdır. Gedik Ahmet Paşa’nın kuvvetlerine mağlup olan Uzun Hasan, annesini Trabzon fethine çıkan İkinci Mehmed’in huzuruna elçi göndermişti. Pontus beyleri, çökmüş Bizans’ın geleneğine uyarak ahırlarında emsalsiz atlar, saraylarında emsalsiz prensesler yetiştirirler, hangi Anadolu beyi ötekileri yıldırmış bulunursa ona bir küheylan ve bir prenses hediye ederlerdir. Bey, her şeyi kırıp geçen yıldırımın ipek mendile gelince aciz kalıp dağılıvermesi gibi bu peşkeşle yumuşar ve Trabzon, ezeli sahibi Türk’ün eline geçmekten gene kurtulurdu. Uzun Hasan’a emsalsiz Teodara’yı sunmuşlar, Fatih’e de aynı oyunu oynamak istemişlerdi. O, “gönderilecek prensesi ben gelir seçerim, hazineden de hissesini alır öderim” demiştir. İşte bu hızla yola çıkmış, ordusunun önünde baltasıyla ağaçları keserek yol açmaya koyulmuştu. Sara Hatun böyle bir sırada karşılaştığı padişaha “Sultanım bu ne zahmet, bırak bunları kulların yapsın” dediği zaman Fatih; “Başta biz olmazsak fetih yolu nasıl açılır askerime, ne yüzle emrederim” cevabını vermişti. Sonradan Fatih’le harbe tutuşan, kendi tek kalana kadar vuruştuktan sonra teslim olmamak için atını sürüp giden ve bugüne kadar nerede barınıp nerede öldüğü bilinmeyen aslan Türk çocuğu Uzun Hasan’a seslenmek sırası değil midir?;
Sor, anlatsın; gıptadan kalmış mı yolda bir an
Senin gibi aslanı doğurmuş olan anan,
Türk’tün, yenilmemekti gerçi yasan,
Fatih’e yenilmek de güzel şey, Uzun Hasan!
Sarp ve yeşil, korkunç ve güzel yamaçlarla otobüsümüz gür saçlara takılmış düşmeye hazır iri bir mücevher gibi. İşte gözlerimizin önüne serilen ve ayaklarımızın altında kalan bütün sırtlar, kırkılmış koyun postları gibi yerden bitme yeşilliklerle örtülü. Dipte bütün bu yeşilliklerin gölgeleri erimiş de arkları doldurulmuş gibi yeşil ve duru bir su çağlıyor. Kah bulut ve sis olup uçarak, kah buz ve kar olup konaklayarak, kah dere ve çay olup akarak, su gökte ve yerde, Tanrı misali dolaşıyor. Öyle keskin yarlar var ki çam gibi kök de salsanız ayakta durabileceğinizi aklınız kesmez. Halbuki işte bütün ağalar bu dik yamaçlarda ovadaki gibi rahat ve yaygındır. Tıpkı sınırda kulağının dibinde kurşun vızlarken bile rahat bir gülücükle nöbetini bekleyen Mehmetçik gibi. İşte deniz iklimiyle kara ikliminin hem kucaklaştığı, hem kavgalaştığı sırtlardayız. Bizimle beraber denizden gelen bulutlar bu sırtların üzerinde öte yandaki kara ikliminin kurak havasına dokunur dokunmaz kıvrılıp geri dönüyorlar. Şekilsiz bulut aslanlar görünmez bir kafese başını vurup tekrar köşesine siniyor sanki. Trabzon’da bütün derimizi birden öpen gök dudağın nemi yok. Sisler tepelerden duvarlarını sıyırdılar. Toprak kokusu geliyor….” Diye anlatmaktadır.
Prusya’nın Trabzon konsolosu Otto von Blau, Trabzon’dan başlayıp Tebriz’e kadar devam eden ticaret yolunu anlatırken “Çok yüksek olan bu bölge bulutlarla kaplı ve su bakımından çok zengin olup, buradan geçen yol yaz boyunca öylesine kaygandır ki, hayvanların kaymalarını önlemek için, yol boyunca her adım atışta merdivenden iner veya çıkar gibi dikkat edilmek zorunda kalınıyor.
Yedi ay süren kış mevsiminde, kervanlar büyük kayıplarla bu Zigana dağını ancak geçebiliyorlar.”Bu güzergâhta karşılaşılan zorluklar hakkında, Blau daha somut olan şu örneği vermektedir. Sefer sırasında kervanda bulunan bir at yoldaki olumsuz şartlardan dolayı tökezleyip devrildiğinde, bütün kervan durmak zorunda kalıyordu. Yan tarafı uçurum olan yol üstündeki dışkı ve yağmur suları üzerine devrilen nakliye malzemelerini tekrar yüklemek için kervanda görevli uşaklar uğraşmak zorunda kalıyorlardı. Bu şekilde eşyaların tekrar yüklenmesi, işlerin yoluna girmesi ve kervanın tekrar hareket etmesi saatleri bulmaktaydı: “Soluklayan hayvanlar, bağıran kervan reisleri, kaza yapan veya kaybolan insanların yardım sesleri, atların zil sesleri ya da otarılan hayvanlar kalın bir sis duvarıyla çevrili bu ıssız yerde daha korkunç bir etki yapmaktadır.” Blau’nun belirttiğine göre, Gümüşhane’den çıkan ve Trabzon’a kadar devam eden iki güzergâh bulunmaktadır: Ardasa-Zigana yolu üzerinden geçen “kış yolu” ve İstavri köyü üzerinde geçerek Cevizlik/Maçka hattında “çok zor bir coğrafya” üzerinden devam eden “yaz yolu”. Trabzon’dan çıkışta soldan devam eden kış yolu, 6 saat Cevizlik, 7 saat Zigana, 5 saat Ardasa ve 6 saat Gümüşhane olmak üzere, Trabzon-Gümüşhane arasındaki yolun toplam 24 saat sürdüğü belirtir.
Yine İran Şahı Rıza Pehlevi, Erzurum’dan Trabzon’a giderken coğrafyasını bir tablo gibi gördüğü Zigana Dağı’nın önemini anlatılmıştı. 3 Haziran 1934 tarihinde Ankara'ya gelmek için Tahran'dan hareket eden Şah, 10 Haziran'da Gürbulak sınırından Türkiye'ye giriş yaptı. Bayezit, Iğdır, Kağızman, Kars, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane istikametiyle Trabzon'a varan Şah, buradan da Yavuz Zırhlısı'yla Samsun'a, oradan da 16 Haziran 1934 tarihinde Ankara'ya ulaştı. Erzurum Valisi Necati Bey Gümüşhane vilayet sınırına gelindiğinde Rıza şah'tan müsaade alırken, Şah Erzurum'da gördüğü samimi kabulden dolayı memnuniyetini dile getirerek Necati Bey'e iltifatta bulundu.
Necati Bey'de Kop Dağını süsleyen renk renk kır çiçeklerinden bir buket takdim ederek Şah'a teşekkür etti. Yine bu noktada Gümüşhane Valisi Ethem Bey Şah'a takdim edildi. Saat 17.00'da Gümüşhane'ye gelen Rıza Şah burada da oldukça coşkulu bir şekilde karşılanmıştı. (Gümüşhane halkının İran Şahı'nı ilk karşıladığı yer, Bağlarbaşı Mahallesi'nde bulunan ve günümüzde Fevzi Paşa İlköğretim Okulu olarak kullanılan binanın önüdür.) Askerler, öğrenciler ve binlerce halk candan alkışlarla, büyük misafiri karşıladı. Geceyi Gümüşhane'de geçiren Rıza Şah akşam yemeğini yalnız olarak Vali Konağı'nda yedi. Diğer misafirlere ise hükümet konağında ziyafet verildi. ….. ertesi gün sabahın erken saatlerinde Trabzon'a doğru hareket eden Rıza Şah Zigana Dağından geçerken yolun Harşit Vadisi'ne hakim bir noktasında durarak buranın askeri açıdan stratejik önemi ve genel harpte burada geçen olaylar hakkında Ali Sait Paşa'nın yaptığı açıklamayı dinlemişti. Bu esnada Şah tabiatın bu yurt parçasına verdiği muhteşem güzellik karşısında bulunan foto muhabirine "Ne güzel değil mi? Bir tablo gibi duran buranın fotografisini alınız..." demiş ve Şah'ın bu isteği hemen yerine getirilmişti. Rıza Şah Zigana Geçidi'nin bel noktasına geldikleri zaman burada kendilerine çay ikram edilmiş ve Şah dağın bu hakim noktasından tabiatın güzelliklerini bir müddet seyretmişti. Kafile Zigana Geçidi'nden inerken Trabzon Vilayeti sınırına gelindiğinde…. " diye anlatmaya devam eder.
Osman hoca çocukluğundan bu güne öğrendiklerini ve gördüklerini anlatır…………… Maçka-Zigana ve Zigana-Torul arasında dik yokuşlar, sert ve keskin dönemeçler yılın büyük bir bölümünde sis, kışın da kar altında kalıp, geçit vermiyordu. 1980’li yılların sonunda hizmete giren tünel ve yeni yolla birlikte biraz insafa gelmiş, yolcuların korkulu rüyası olmaktan çıkmıştı. Bu aşılmaz geçit son yıllarda çevresi piknik yerine dönmüştü. Yol kenarına ‘kendin pişir kendin ye’ lokantaları sıralanmış, mangalların üstüne lezzetli etler dizilmişti. O et-mangalcılardan biri de emekli öğretmen Osman Özgün’dü. O da bu dağların otunun ve çiçeğinin sihirli olduğunu, lezzete lezzet kattığını iddia ediyordu. Osman Özgün geçidin eski günlerini de hatırlıyordu: “Dedem burada han işletirdi. O zamanlar atlı arabalar Hamsiköy’den yolcuyu alır, Zigana’yı aşıp Torul’da motorlu taşıtlara teslim ederdi. Yolcular kışın buraya, dedemin hanına yarı cansız vaziyette gelirlerdi. Karda kışta hiç buraya çıkılır mı? Dedem onlara büyük kulplu kazanda karalahana çorbası yapardı. Biraz fasulye atar ve basardı acı biberi. O çorbayı içenleri önce bir ateş sarar sonra canlanır, ayağa kalkarlardı... “ Osman öğretmen bunları anlatırken gözüm uzaklara dalıp gitmişti. Karşıda birbirinin üzerinde yükselen yamaçların silueti görünüyordu. En arkada da zirvesi hálá karla kaplı olan Gavur Dağları duruyordu. O taraflara dalıp gittiğimi gören Osman Özgün, geçmişi anlatmaya ara verip, “O dağlarda kar erimeden eskisinin üzerine yenisi yağar onun için dikkatli olmak gerekir “ diye nasihat eder.
Yazımıza gazeteci Ulaş Özdemir’in Zigana’yı anlatan yazısı ile son verelim…. Hemen her yeri geçmişin mirasıyla kokuyor. Dağlarından bir iplik gibi uzanan yollardaki kervanların bıraktığı eserlerle dolu. hanlar, hamamlar, köprüler bunların en büyük kanıtı. Ayakta durabilen durmuş, duramayan yıkılmış, yıkılmamak için direnenler de atılacak bir eli bekliyor. Yakın tarihe dair, Trabzon’u Gümüşhane’ye bağlayan Zigana Dağı’ndaki kervanın fotoğraflarını görmüştüm. Karla kaplı yollarda, develerin, atların sırtındaki yüklerin tarihi İpek Yolu’ndan geçişleri muhteşemdi. Zigana’daki son kervandı… Bir daha geçmediler o yollardan… Hatıralarını, anılarını, kalıntılarını bırakarak gittiler, dönmemek üzere… Şimdi…
Duble, otoban ya da hızlı giden tren yollarına inat, tarihteki kervanların yolları açılacak yarınlara… Lüks arabaların geçtiği yollara inat, at arabalarının, develerin, atların yük taşıdığı yollar bırakılacak geleceğe… “En kısa yol, sarp yollardır!” derler, Necip Fazıl’ın, “Yollar ve Gökler” şiirindeki o anlamlı mısra da bunu tamamlar… “Bu yollarda izimiz, bu göklerde gizlimiz. Yollar, beni vardırın! Gökler, tutup kaldırın!” Kervanlı yollar dileğiyle, kalın sağlıcakla…