Her dalışında ağzında bir balıkla çıkan anne karabatak, yavrusuna doğru süzülürken biraz telaşlıydı. Sanki son dalışıydı bu. İçinden bir ses:
“Bir kere daha dalarsan çıkamayacaksın Mogan’ın derinliklerinden.” dedi.
Yavrusu, büyük bir heyecanla civileye civileye suyun üstünde uçar gibi koştu annesine doğru. Avını yutarken onu seyretti siyah gagalı kuş. Telaşlı yavrunun sesinden ürken kurbağanın huzuru kaçmış olmalıydı ki kendini bıraktı Mogan’ın serin sularına. Bir kırlangıç, suyun yüzeyinde aylak aylak dolaşan yusufçuğu aldığı gibi havalandı gökyüzüne.
Mogan, belirsiz bir telaş yaşıyordu. Su ile sınırlı bir dünyaları vardı her birinin. Acımasız ve bir o kadar da gizemli akıp gidiyordu hayat. Bir süre gözlerini kapadı genç adam. Ne zaman doğaya kulak verse hep güçlünün zayıfı ezdiğini, yok ettiğini görüyordu. İçinden geçenleri aklına havale ediyor, fakat her seferinde istediği yanıtı alamamanın üzüntüsünü yaşıyordu zihninde.
Babasının her sorun karşısında söylediği “Akıl için son çare saçlarını yolmaktır.”[1] sözüyle kederi kat kat artıyordu. Sonra bundan böyle düşünmek yok! Herkes gibi sıradan bir yaşamı tercih edeceğim deyip teselli buluyordu. Çocuk denecek yaşta olmasına rağmen felsefi ve edebî eserler okuyup derin düşüncelere dalmak yerine; bundan sonra herkes gibi günü birlik, çaylı, kahveli, moda tadında vurdumduymazlığı aşılayan kitaplar okumaya karar verdi.
Bu onun ilk bunalımı değildi. Ne zaman huzuru kaçsa ya da ne zaman arkadaşlarının boş boş sohbetlerinden sıkılsa kendi kendine kızar, onlar gibi hayatı umursamaz davranamadığından yakınırdı.
Futbol maçlarını bile bir hafta boyunca sohbet konusu yapan arkadaşlarına imrenmiyor değildi bazen. Seyrettikleri filmleri ballandıra ballandıra anlatan sınıf arkadaşlarının mutluluğuna şaşırıyordu.
Yer yer dayanamayıp onlara: “Siz hiç haber seyretmiyor musunuz?” diye soruyor ama her seferinde umursamaz cevaplar alıyordu. Nasıl oluyor da bu insanlar, ülkesinde olan bitenlere bu derece duyarsız kalabiliyordu?
Yürekten bir kere “Allah’ım!” dedi.
Derin bir “Of!” çekti.
Daha önce de duygulandığı anlar olmuştu ama bu defa derin bir yarası olduğu belliydi. Yarım kalmış bir şiirine devam etmek istedi.
“Vatan için ölmeyeni,
Kendi özün görmeyeni,
Sevgi nedir, bilmeyeni,
………………………” fakat bir türlü dördüncü mısrayı yazamadı.
Bir şeyler yolunda gitmiyordu son günlerde. Ne ağzının tadı vardı ne de ailesinde huzur. Tek bir gün yoktu ki anne, babası tartışmasın. Her tartışma sonunda aylarca kimse kimseyle konuşmazdı. Henüz çocuk yaşındaydı, ama dünyanın yükünü sırtlamış gibi yorgun hissediyordu kendini.
Huzur bulduğu Mogan Gölü’nde de bir gariplik vardı bugünlerde. Göç yolculuğundaki martılar, çığlık çığlığa uçuşuyor; sanki gelecek bir felaketi birbirlerine haber veriyorlardı. Balıklar, atılan ekmek kırıntılarını beğenmiyor:
“Sizden gelecek iyilik Allah’tan gelsin.” dercesine kaçışıyorlardı. Oturduğu banktan kalktı, gözlerini silip elindeki kalemi ve yanından hiç ayırmadığı kara kaplı küçük not defterini çantasına yerleştirdi Turan. Bir grup akranı bağıra çağıra sohbet ediyordu. İçinden onları eleştirmek geçti; fakat seyrettiği bir filmdeki Yunus Emre geldi aklına. Hemen vazgeçti bu fikrinden.
“Tövbe, tövbe!” diye geri adım attı.
Birkaç metre ileride köpeğini gezdiren Mert’i gördü. Tanıdığı en iyi kalpli arkadaşıydı o. Merhabalaştı. Hâl hatır sorduktan sonra izin istedi ve ayrıldı yanından. Sanki gidecek bir yeri varmış gibi hızlı adımlarla uzaklaştı. Az ötede koca bir sepeti kucaklamış Millî Pastane’den aldığı taze simitleriyle ağır aksak ilerleyen simitçi Gökhan’ı gördü.
İçinden: “Keşke dedem burada olsaydı da onun yanına gitseydim.” diye geçirdi.
Ne güzeldi onunla geçen günler. Nasıl da eğlenirdi onun anlattığı destanlarla. Gün geçtikçe ona olan özlemi artıyordu. Onun yarım bıraktığı masalları, destanları, onun hayallerini tamamlamak için gece gündüz Türk tarihi okuyordu şimdi. Unutulmaz sözleri vardı dedesinin. Unutulmaz ve bir o kadar da önemli…
“Türk; devletsiz, devlet de bilimsiz ve sevgisiz yaşayamaz. Vatana ihanet edenin ne aklı ne de dini olur.” bunlardan yalnızca ikisiydi. O zamanlar bu sözleri çok da iyi anlayamamıştı. Ne var ki gün geçtikçe daha iyi anlamaya başlamıştı bu ulu çınarı. Ulu çınar sözünü de ilk ondan duymuştu zaten. Şöyle ki o, bütün geçmişi, tarihi kısaca özetler. Sonunda da “Ulu çınarları iyi bilmek gerek.” diyerek sohbetine son verirdi.
Oğuz Kağan’ı, Mete Kağan’ı, Attila’yı, Bilge Kağan’ı, Tonyukuk’u, Tuğrul ve Çağrı Beyleri, Alparslan’ı, Süleyman Şah’tan Abdulhamit Han’a uzanan Devlet-i Âli sultanlarını, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi ve son demde yedi düvele başkaldıran M. Kemal ATATÜRK’ü hep ulu birer çınara benzetirdi dedesi.
Bunun gibi pek çok anısını zihninde canlandırıp durdu. Öylesine dalıp gitmişti ki geçmişe. Gelip geçenleri bile fark etmemişti.
Yürümekten ağrıyan bilekleri de olmasa uyanamayacaktı dalıp gittiği geçmişin sırlı dünyasından.
Mogan’ı kuşbakışı gören Ressam-Şair M. Halis BOZKURT parkındaki Sevgi Çiçeği Tepesi’ne henüz tırmanmıştı ki acı acı çınlayan bir cankurtaran sesiyle irkildi.
“Kim bilir kimin derdini yüklenmişti bu siren sesi…” dedi.
İçinden bildiği birkaç duayı okudu. Allah’tan şifa dileyerek yürüdü. Sokak lambaları yanmış; şehir renk cümbüşüne bürünmüştü. Böyle bir akşamda kaybetmişti hayallerini. Şehrin ışıklarına inat içindeki bütün ışıklar karanlığa boğulmuştu o gün.
Her şey ne kadar da benziyordu o kara güne... Mogan Gölü’nün donuk, simsiyah suları gibi her şey ne kadar da zordu, karanlıktı. “Tıpkı benim hayatım gibi…” diyerek iç çekti. Henüz çocuk yaştaki bir genç nasıl olur da sırtlanır bunca derdi? Dayanacak birçok yakını varken şimdi yapayalnız ve mutsuzdu.
Turan’a göre babası kendi dünyasında geziniyor; genellikle uyuyor ve eve sarhoş geliyordu. Annesi, uzun zaman bu duruma direnmiş fakat sonunda o da annelik duygusundan uzaklaşıp büsbütün tanınmaz bir hâl almıştı. Her zaman sığındığı koruyucusu olan dedesi, bir haftadır Gazi Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Onun yokluğu belki en büyük hüznüydü.
Varla yok arasında gidip geliyordu. Bir bakıma baba yok… Anne yok… Dede yok… Olanların da kendine hayrı yok. Yoklukla sınanıyordu Turan. Tek başına kalmıştı dünyada. Elinde yeleğiyle bir süre gezinip durdu küçük tepede. Ayakları iyice yorulmuştu. Yeleğini yastık yapıp bir bankın üzerine uzandı. Yalnızlığa mahkûm olduğu demlerde yaptığı gibi gökyüzündeki yıldızları saymaya başladı.
Annesinin anlattığı masalları hiç unutamıyordu. Ne kadar mutluydu o yıllarda? Hele annesinin mis kokusuna bir türlü doyamıyordu. Onun bukle bukle, ağarmış saçlarıyla oynamayı ne kadar da seviyordu.
İlkokul yıllarında “Babam!” deyip yaslandığı göğüste ne kadar da güvende hissediyordu kendini. Oysa şimdi hepsinden uzak korku içinde seyrediyordu ruhsuz şehri. Sahte dostlukları… Sevgili ayağına harcanan insanları… Mogan Gölü’nde üçüncü turunu atan Göktürk Gezi Teknesi’nde atılan sevinç çığlıklarıyla kısa bir süre de olsa uykusu kaçtı. Bir süre gölün karanlık, durgun sularını seyretti. Uzun uzun boşluğa baktı ve hayallere daldı.
“Ne güzel günlerdi o günler… İlkokula başlayacaktı. Evde büyük bir telaş vardı. Bu telaşın heyecanını en çok Turan hissediyordu içinde.
Sabah erkenden kalktı. Annesinin de yardımıyla okul önlüğünü giydi. Kahvaltısını yapıp yola koyuldular. Babasının güçlü parmaklarından sımsıkı tutuyordu. Okulun bahçesine vardıklarında ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yüzlerce çocuk vardı etrafta. Bu kadar çocuk içinde kaybolacağı endişesini yaşıyordu içinde. Tam da bu duygularla boğuşurken babası yavaş yavaş ellerini bıraktı. Belki de bu ailesinden ilk kopuşuydu.
O günü hiç unutamıyordu. Günün akşama döndüğü saatlerde babası gönlünü almak için çabalamıştı. Hatta Mogan Gölü’nde tekne turu atarak yeniden gönlünü almayı da başarmıştı.
Tıpkı bu akşam olduğu gibi ılık bir güz akşamıydı. Yapraklar bir bir dallarına veda ediyor; pek çoğu gölün bulanık sularında kaybolup gidiyordu.”
Göz kapakları artık dayanılmaz bir ağrıyla uykuya zorluyordu onu. Uzandığı bankta kıvrıldı, ellerini diz kapaklarının arasına sıkıştırdı ve uyuyakaldı.
Gözlerinden her iki yanağına süzülen yaşlar kesilmişti. Uzun ve bir o kadar da hüzünlü bir geceye yolculuk böylece başlamıştı. Ilık bir rüzgâr, kısa saçlarının arasından girip birkaç tur attıktan sonra terk ediyordu dertli başını. Yine yalnızlık derdiyle baş başa kalıyordu. O gece sabaha kadar sık sık uyanıp tekrar uykuya daldı. Rüyadan rüyaya koştu, durdu. Güneş bir karış yükselmişti ki bir adam onu fark etti. Tok bir ses tonuyla:
“Uyan delikanlı!
Kimsin?
Kimlerdensin bakalım?” diye sordu.
Sabaha karşı üşümüştü. Kızarmış gözlerini zorlukla açtı. Kızgın güneşin kamaştırdığı gözlerini ovalaya ovalaya adama yöneltti bakışlarını. Korkmuştu aslında. Çünkü karşısındaki adam bir polisti.
Hızlıca toparlandı. Birkaç kekelemeden sonra:
“Şey… Ben Turan.” diyebildi.
Polis, Turan’ın korktuğunu anlamıştı. Bu amaçla onu rahatlatmak için birkaç teselli edici söz söyledi. Biraz daha rahatlamış olsa gerek tekrar konuşmaya başladı.
“Dedem, emekli komiser Kutlu Alp… Şimdi hastanede.” diyebildi.
Polis, Turan’ın dedesi Kutlu Alp’i tanımıştı. Üstelik aynı karakolda da çalışmışlardı. Polis memuru Ali Bey ile birlikte karakola gittiler. Sonra babası ve ardından annesi de geldi. Gözlerinden ne kadar öfkeli olduklarını anlıyordu.
Turan:
“Baba, anne sizden özür dilerim.” dedi.
Kendini affettirme amacında değildi, fakat onlara böylesi bir gece yaşattığı için üzüntüsünü dile getirdi. Birlikte çıkıp gittiler. Bu buluşmanın verdiği mutluluğun çok uzun sürmeyeceğini biliyordu. Öyle de oldu. Kısa süreliğine kavgalar bitmiş; fakat bir hafta sonra yeniden başlamıştı. Böylece yıllarca sürecek bir ıstırap dönemi başlamıştı. Bu dönemde karnesindeki iyi notlar bile dikkat çekmemişti. Ne hâlden anlayan vardı ne de durdan duraktan. Son süratle giden bir tren gibi her şeyi ezip gidiyordu yıllar.
Her günü acı dolu bir yıl olmuştu. Dedesinin ölüm haberi bu acıların en büyük olanıydı. Günlerce, haftalarca kendine gelememişti. Kendini toparlamak istese de bu büyük acıyı kolay kolay atlatamayacaktı. Hiç kuşkusuz belki aradan yıllar geçse de unutamayacaktı onu. Yine de biricik dedesi böyle bir durumu istemezdi. Onun yarınlara dair planlarını iyi biliyordu Turan, bu nedenle başını dizkapaklarının arasına aldı ve günlerce toparlanmaya çalıştı.
Tek amacı iyi bir lisede okumak olmuştu. Hiç olmadığı kadar çalıştı o yıl. Arkadaşları çocukluğunu yaşarken o hiç durmaksızın kitap okuyor; ders çalışıyordu. Emekleri karşılıksız kalmayacaktı elbette. Arkadaşlarının hepsinden daha iyi bir okulu kazanmıştı. İlk yılı olmasına rağmen çok sevilen bir öğrenci olmayı başarmıştı.
Eline geçen her kuruş, onun hayallerini süsleyen bir romana giden yoldu. En son Edebiyat öğretmeni Gökalp Bey’in okuması için önerdiği “Bu Ülke” kitabına niyetlenmiş, fakat almak için henüz parasını denkleştirememişti. Gökalp Öğretmene okulun kütüphanesinde bu kitabın olup olmadığını sormak için öğretmenler odasının önüne gitti. Coğrafya öğretmeni Bünyamin Bey’in:
“Oğlum, Gökalp Öğretmen seni bakıyordu.” demesi üzerine hızlı adımlarla kütüphaneye indi.
Yanılmamıştı. Her zamanki gibi kütüphanede kendine oluşturduğu huzurlu bir köşede kitap okuyordu öğretmeni. Kapıyı çaldı ve tebessüm ederek ilerledi. Onu görmekten mutlu olan öğretmeni de tebessüm etmişti.
“Beni sormuşsunuz öğretmenim!” diyerek sözlerine devam etti. Öğretmeni, masanın üzerindeki hediye paketini ona uzattı. Turan, sevincinden ne diyeceğini şaşırmıştı.
“Açmayacak mısın?” deyince avuçlarındaki şeyin bir kitap olduğunu anladı. Utanmış, bu duygusunu gizlemeye de gerek görmemişti. Ne de olsa en değerli öğretmeniydi o. Yerine göre öğretmen, yerine göre bir baba gibi teselli kaynağıydı.
Bir ara ağlayacak gibi olmuştu ki öğretmeni müdahale etmekte gecikmedi.
“Turan, duygusullaşmana gerek yok. Sen artık bir delikanlısın. Duygularını içinde yaşamayı, dışa karşı dik durmayı başarmalısın. İçinde fırtınalar kopsa da sen dimdik ayakta durmalısın. Dostların sende güven bulmalı, düşmanların da seninle kendilerine çekidüzen vermeli. Sana önereceğim birkaç kitap daha var. Bunları da okumalısın. Hatta üniversiteye bu kitapları okumadan başlamamalısın. Adlarını vereyim şimdilik. Zamanla bu kitapları sana hediye etmeyi düşünüyorum. İlk olarak Kurt Karaca’nın Milliyetçi Türkiye, Ali Kemal Meram’ın Türkçülük Mücadele Tarihi, İbrahim Kafesoğlu’nun Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri ve Üstad Abdurrahim Karakoç’un Hasan’a Mektuplar, Ferudun Fazıl Tülbentçi’nin Türk Büyükleri, Türk Kahramanları...” önemli eserlerdir bu anlamda.
Turan, bu sözler üzerine gözkapaklarına hücum eden yaşları yüreğine akıttı. Gökalp Öğretmen: “Açmayacak mısın?” dedi tekrar. Turan, bu soruyla toparladı kendini. Heyecanını kontrol etti. Mahcup bir ses tonuyla:
“Teşekkür ederim öğretmenim. Tabii ki açacağım.” dedi. Özenle paketlenmiş hediyeyi bantlarından kurtarıp açtı. Uzun zamandır almaya çalıştığı fakat bir türlü harçlığından biriktirip de alamadığı iki kitap vardı şimdi elinde. Öğretmenin telkinleriyle dizginlediği gözyaşlarına engel olabilmek için dişlerini sıktı, sıktı. Mutluluktan ağlayacaktı. İçinden “Duygularına hâkim ol!” sözleri yankılandı. Kitaplara bakan gözlerini kaldırdı. Öğretmenine duyduğu sevgi ve saygıyı dile getirmek istercesine ellerini uzattı.
“Size karşı çok mahcubum öğretmenim. Siz benim için çok değerlisiniz.” diyebildi.
Öğretmeni:
“Turan, ne mahcupluğu? Senin okuman sonra da ailene, vatana, millete yararlı bir genç olman için atılan her adım, biz öğretmenlerin görevidir.” dedi.
Turan, elindeki kitaplara tekrar tekrar baktı. Bir elinde “Bu Ülke”, diğer elinde de “Çile” vardı. Her iki kitaba bakarak “ülkem ve çilem…” diye iç çekti. Bu ülkede yaşamak bile tek başına bir çiledir. Saygı ve minnet dolu bakışlarla vedalaşıp ayrıldı kütüphaneden.
İki büyük aydın, iki büyük eser… Cemil Meriç ve Necip Fazıl… Artık bütün dünyası okumaktı. Saatlerce okuyor, her okuduğu eserde yeni bir dünya kuruyordu kendine. Böylelikle günlük hayatın mide bulandıran politikleşmiş dünyasından sıyrılıp çıkıyordu. Her bakımdan kendini yetiştirmiş, tam bir eğitimci ve yönetici olan okul müdürü Yaşar Tava başta olmak üzere bütün öğretmenlerinin dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Liseden sonra ara vermeden üniversiteye yerleşmesi gerekiyordu. Canla başla çalışmalarını sürdürdü. Elbette maddi yönden büyük kaygıları vardı. Bu kaygılarında da haksız sayılmazdı. Pek çok arkadaşı bu tür duygulardan uzak, gününü gün etmenin peşindeyken o, gece gündüz çetinler çetini mücadelesini sürdürüyordu. Bu durum onu azimle törpülüyordu.
Bir yandan ailevi sorunlar, bir yandan erişilmesi zor hayalleri… Dedesinden kalan birkaç bin lira ve her yaz bir lokantada çalışarak biriktirdiği parası dışında hiçbir güvencesi yoktu. Babasının hâli ortadaydı. Bu durumda kazanacağı üniversiteden daha çok, nasıl okuyacağıyla meşguldü kafası. Her yaz tatilinde okul masraflarını karşılayacak şekilde birikim yapıyor, bu birikimle de yıl içinde bol bol kitap alıyordu. Varsıl kesimden olan sınıf arkadaşlarının yarınlarından emin tavrı karşısında yer yer aşağılık duygusuna kapılmıyor değildi. Yine de ne zaman başı sıkışsa bir dörtlüğe sığınıp rahatlıyordu.
“Ekme bitmeyen yere
Dikme tutmayan yere
Ayaklar hiç gider mi?
Gönül gitmeyen yere” (Anonim) dizeleri bu anlamda hayata bakış ölçüsüydü.
Çok yorgundu. Odasına çekilip biraz dinlenmek istiyordu, ama ne yazık ki yurt müdürünün yurdu denetlemeye geleceği söylentisi huzurunu kaçırmaya yetti. Odasındaki masanın üzerinde duran kitapları toparladı ve ranzaya oturdu. Bir hafta öncesine kadar ne derece huzurluydu. Şimdi odadaki eşyalar üzerine üzerine geliyordu. Terliklerini çıkardı ve yatağa uzandı. Ranzaya sıkıştırılmış, yarım kalmış bir şiiri dikkatini çekmişti. Bu şiiri bir türlü tamamlayamıyordu. Yıllar olmuştu. Ortaokul yıllarındaydı. Mogan Gölü’nün kıyısında yazmış fakat odur budur bir daha da tamamlayıp bitirememişti. Yeniden eline aldı. Bu defa tamamlamalıyım bu şiiri.” diyerek düşünmeye başladı.
“Vatan için ölmeyeni,
Kendi özün görmeyeni,
Sevgi nedir bilmeyeni,
Hain sayan Türkleriz biz.”
Yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu mısrayı yazmak için demek ki sekiz sene beklemek gerekiyormuş. Ayrıca şunu da anlamıştı ki millî duygularında bir eksiklik vardı.
Yarım kalmış bir şiirini tamamlamış olmanın mutluluğunu içinde duya duya gözlerini kapadı ve uyudu.
Hiçbir şey onu bu kadar mutlu edemezdi. Son günlerde yaşadığı onca olumsuzluğa ve şaşkınlıklarına rağmen ilk defa mutlu oluyordu. Uykuya geçmeden önce çocuk denecek yaşta Mogan Gölü kenarında başlayan buhranlarını, Ressam-Şair Halis Bozkurt Parkı’ndaki o hüzün dolu geceyi, polis karakolu’nda ailesiyle kendince tartışmasını, Yüksel Öğretmenin ona sahip çıkıp bir yurda yerleştirilmesini ve dershane günlerini düşündü.
Üniversiteye başladığı ilk günkü heyecanını hayal etti. Ne de çabuk geçmişti yıllar. Yapayalnız sayılırdı. Neredeyse arayanı, soranı yoktu.
Annesinden gelen kısa mektuplar ve bir de onun gönderdiği lemislerle çökelekler olmasa köyünü hepten unutacaktı. Artık uyku bedenini teslim almak üzereydi bedenini. Yavaş yavaş gözkapakları ağırlaşmış ve uyuyakalmıştı.
Muzaffer ARSLAN
Türk Dili ve Edebiyatı
[1] Necip Fazıl Kısakürek