Git bey kızı, ben o çantayı senden alacağım. Her hafta bu çerçeveyi ta ki sen alıncaya kadar getirip götüreceğim. Sen çerçeveyi aldığın zaman ben de çantayı almış olacağım. Ne dersin Pençe, önümüzdeki hafta da gelecek mi dersin? Gelecek bey kızı gelecek.
Paşa, sağına soluna bakmadan Pençe arkasında köprüden geçti. Heybesinde lokantacı Şevki ustadan aldığı kemikler ile bir çerçeve bal vardı. Çarşı çıkışında kemikleri Pençe’nin önüne koydu. Acıkan Pençe, kısa bir süre içerisinde kemikleri bitirdi.
-Haydi bakalım Pençe, yola çıkmanın zamanıdır. Hep yürüme gidip geliyorum bu yolu. Aslında bir binek hayvanım olsa iyiydi ama onu bakacak yerim yok. Böyle iyi değil mi Pençe?
Yolu bey kızını düşünerek bitirdi. Mehmetaliler’in çeşmesinde soluklandı. Elini yüzünü yıkadı. Şevki ustanın lokantasında yediği köfte midesine çökmüş gibiydi. Kana kana su içti.
-Şevki usta çok iyi yemek yapıyor ama hangi yağı kullanıyorsa benim mideme hiç yaramıyor Pençe. Gidelim de ben biraz uzanayım. Keleş de bizi bekliyordur. Onu da fazla merakta bırakmaya gelmez. Rampayı Pençe ile tırmandı. Mağaranın önündeydi. Heybesini omuzundan indirdi. İçerisindeki çerçeveyi çıkardı. Her zamanki kovanın kapağını kaldırdı, çerçeveyi aldığı yere yerleştirdi. Heybenin dibindeki on santimlik anahtarla açtı mağaranın kapısını. İçeri girdi. Tahtadan yapılmış peykenin üzerine uzandı. Bugün neden bu kadar yorulduğunu anlayamadı. Gözlerini mağaranın tavanına dikti. Taştan başka bir şey göremiyordu. Babam burada nasıl bir ömür geçirdi anlamak mümkün değil. Ben de onun gibi kapandım kaldım buraya.
Nasıl bırakayım arıları baba vasiyeti varken. Yol boyu kasabaya giden kızları görüyordum ama bu mağaraya kim gelin gelir ki? Kim mağarada yaşamayı kabul eder? Bey kızı hele hiç kabul etmez. Allah’ı var güzel kız. Yanındaki de güzel ama bey kızının güzelliğinin yanında gölgede kalır. Ağzımdan bir kere söz çıktı. Her hafta çerçeveyi götürüp getirmek zor olacak. Önümüzdeki hafta geldiğinde versem mi çerçeveyi? Yok olmaz. Sonra ne der içinden. Ben de olsam derim. Sözünde durmayan erkeğe erkek mi derim.
Karanlık yavaş yavaş çöküyordu Zirida’nın deresine. Uzandığı yerden kalktı. Mağaranın önüne çıktı. Kapının önünde duran Pençe ile Keleş’i sevdi. Çevrede arıların sessizliği vardı. Bu yıl iyi bal verdiler, çerçeveler hemen hemen doluydu. Söz verdiği müşterilerine balı eksiksiz teslim etmekten mutluydu.
Ah baba nereden söz verdim sana. Bu mağarada mı geçecek benim ömrüm. Olur neden olmasın. Hiç değilse patırtı, gürültü yok. Pençe’m var, Keleş’im var. Arılarım var. Onlara her akşam kaval çalıyorum, iyi aklıma geldi, şöyle güzel havalardan birkaç tane çalayım ama önce güzel bir çay demleyeyim. Öyle de yaptı.
Mağaranın önündeki ağaç oturağa oturdu. Doldurduğu çaydan bir yudum daha aldı. Hava yarın da açık Keleş. Baksana Pençe yıldızlar ne kadar uzak. Pırıl pırıllar. Onlar da benim gibi yalnızlar. İlk çayını bitirmişti. Kalktı, yenisini doldurdu. Kavalını kılıfından çıkardı. Yanık yanık çalmaya başladı. Zirida’nın deresinde kaval sesinden başka bir ses yoktu. Çaldıkça içinden daha daha çalası geliyordu. Durdu, çayını bitirdi.
Xxx
-Bey kızı, ananın elbisesi hazır.
-Sağol İsmail emi, bana her renkten iplik yumağı ver.
-Hayırdır, ne yapacaksın, yine güzel bir şey düşünüyorsun?
-Çantam biraz eskidi, yenisini dokuyacağım.
Mahur, Ceyhan ile anası hanım ağanın verdiği siparişleri de aldıktan sonra, atlarının dizginleri elinde çarşı çıkışına kadar yürüdüler. Ceyhan, binek taşına çıkarak atına binerken, Mahur, bir sıçrayışta atın sırtındaydı. Çit yol ayrımına kadar konuşmadılar. Mahur, balcı Paşa’yı gözlerinin önüne getiriyordu. Sözünün erine benziyor. Yakışıklı da… Boyunu bilmiyorum ama uzun boylu olduğu belli oluyordu. Çantayı almak için neden bu kadar ısrar ediyor, bir türlü anlayamıyorum. Ne hikmeti var bu çantanın? Neden çantama göz koydu? Sen dur, ona aynısını bu hafta öreyim, gelecek hafta omuzumdaki çanta diye vereyim.
Ceyhan da balcıyı düşünüyordu. Öyle anlaşılıyor ki, balcı Mahur ile ilgileniyor. Benimle normal konuşmanın dışında hiç ilgilenmedi. Belli ki Mahur’u aklına koymuş. Tamam da Mahur, bir bey kızı o ise köylü arıcının biri. Nerede kalır, nerede yaşar belli değil. Doğrusu ben de çok merak ediyorum.
-Mahur!
-Söyle.
-Yolu hiç konuşmadan mı bitireceğiz?
-Neden olmasın?
-Sende bir tuhaflık var. Hep demez miydin yol konuşarak biter.
-Öyle de ne konuşalım?
-Ne bileyim. Balcı olabilir.
-Bildiğin bir arıcı, diğerlerinden ne farkı var?
-Öyle deme, benim dikkatimi çekti, sana çok dikkatlice bakıyordu.
-Öyle mi?
-Öyle ya. Benimle konuşurken bile sana bakıyordu.
-Ne var bunda merak edilecek?
-Hiç, öylesine söyledim.
-Haydi atları biraz koşturalım.
-Koşturalım.
Zermut yol ayrımına kadar atlarını hiç durdurmadan dörtnala sürdüler. Yol ayrımının az ilerisinde bulunan mandıraya gelince Salih Bey ile karşılaştılar.
-Bey kızı.
-Salih Bey.
-İyi silah kullandığını biliyordum ama iyi at bindiğini bilmiyordum.
-Sizin kadar değil Salih Bey.
-Atının da maşallahı var, süt beyazı. Çok iyi de bakımı var. Bir adı var mı?
-Prens.
-Güzel isim.
-Kasabadan geliyorsunuz?
-Evet.
-Hanımağa nasıllar, selamımı söyleyin, ellerinden öpüyorum.
-Siz de selam söyleyin Gülbahar anaya, ben de ellerinden öpüyorum.
-Yorgunsanız çay var, birer bardak ikram edebilirim.
-Sağ olun Salih Bey, benim anam biraz meraklıdır, geç kalmayalım.
-Peki.
-Hoşça kalın.
-Güle güle.
Haviyana Köprüsünü geçince Ceyhan yine dayanamadan sordu:
-Mahur.
-Yine ne oldu?
-Bu Salih Bey, şu karısı sele giden bey mi?
-Evet.
-Şu anda dul mu?
-Niye sordun?
-Evlendi mi diye merak ettim.
-Evlenmedi, yoksa niyetli misin onunla evlenmeye?
-Niye olmasın, daha genç.
-Çocuğu var mı?
-Bir oğlu var.
-Bizim köye de sık sık gelir mi?
-Gelir, her hafta Guş Nene’yi ziyarete gelir.
-Deme, hangi gün geliyor?
-Niye sordun, yolunu mu keseceksin?
-Yok canım, öylesine sordum?
-Bırak gevezeliği de atına deh de.
Akşam karanlığı kitlemeden kapının önündeydiler. Kahya koşarak atın dizginlerini aldı.
-Araştırdın mı kahya?
-Araştırdım küçük hanım.
-Prens’i yerine çek, eyerini indir, yemini ver. Terli olabilir, üstüne örtüsünü aç. Çardağa gel. Anam nerede?
-Komsu kadın Hayriye biraz rahatsız onu ziyarete gitti.
-İyi etmiş. Ben çardaktayım.
-Tamam küçük hanım.
Çardaktaki minderin üzerine oturdu. Guguk kuşları birbirlerine karşılık verir gibi ötüyorlardı. Orta Mahalle’deki Enver’in köpeği her zamanki gibi durmadan havlıyordu.
-Çok geveze köpek, nasıl saklıyorlar?
Hocalların harmanında harman makinesi aralıksız çalışıyordu. Patpat sesleri akşam karanlığında kayboluyordu. Köyde iki üç kişide harman makinesi vardı. Tarlalar biçilmiş, toplanan başaklar, harman kenarındaki tığa yığılmıştı. Hocalların harmanındaki lüks ışığından başka ışık görülmüyordu harmanlarda. İmkanı olmayan aileler deni samandan yaba ile havaya savurarak ayırıyorlardı. Rüzgar olmayınca deni ayırmak saatlerce sürüyordu.
-Gel kahya, otur hele.
Kahya oturmak istemeyince:
-Otur otur, anlat bakalım ne öğrendin.
Kahya yavaşça, saygılı bir şekilde oturdu.
-Adı Paşa küçük hanım.
-Paşa mı?
-Evet.
-Asker mi bu adam?
-Yok sadece herkesin adı gibi onun da adı Paşa.
-Eee?
-Ziridanın Deresindeki karşı yamaçta bulunan mağarada yaşıyor.
-Mağarada mı dedin?
-Evet küçük hanım.
-Devam et.
-On beş kadar arısı var.
-Ne zamandan beri mağarada yaşıyor?
-Bilen yok.
-Nereden gelmiş?
-Aslen buralı.
-Buralı mı?
-Babasının vasiyeti üzerine mağarada kalıyor. O da babası Paşa Osman gibi mağarada yaşıyor. Ürettiği balları önce kendi özel müşterilerine veriyor, kalanı da semt pazarına götürüp satıyor. Babası Paşa Osman, babayiğit bir adammış. Ermenilerin korkulu rüyasıydı. Üç kişiye, beş kişiye benimsin demezdi. Babası, gecenin bir vaktinde kaybolur ve bir daha gören olmadı. Benim öğrenebildiğim bu kadar. Daha iyisini Guş Nene biliyormuş. O da bugün kasabaya gittiği için soramadım.
(Devamı var)